HOCAM, USTAM: AHMET HAMDİ TANPINAR
Turan Alptekin
“Büyükannemin melankolisi vardı. Bahtiyardı, ama nostaljisi vardı. Halk edebiyatını, iyi bilirdi. Evimizde masal hâkimdi. Bir kadın vardı; hem çok güzel türkü söylerdi, hem çok güzel masal anlatırdı.”
Tanpınar, edebiyat araştırmalarında öne çıkarılan anlamıyla bir halk edebiyatına, Baki Süha’nın da belirttiği gibi, ilgisiz görünüyordu. Fakat şehirli yaşayışa ait halk kültürünü iyi tanıyordu. Beş Şehir bunun tanığıdır. Ablası Nigâr Hanım’ın anlattığı masalları da aile içinde not ettirmişti. Kendi el yazısı ile eklediği dikkatleri, bu masalların, Batılı örneklerle karşılaştırmalı bir yayınını düşündüğünü göstermektedir.
Bu hikâyelerin bulunduğu -eski yazı ile yazılmış – defteri bana gösterirken kardeşi Kenan Tanpınar, Hamdi Beyin Tûtinâme’yi de çok sevdiğini, hatta ciddi bir yayınını düşündüğünü söylemişti.
Pertev Boratav, o güzel baskılı Türk Masalları‘nı Fransa’dan gönderdiğinde, kitaba ne kadar sevgi ile baktığını biliyorum. Bu yalnız, Necip Fazıl’ın gazetesinde Tanpınar’ı töhmetlemek için kullanılan, o yıllarda üniversitede bir baskı yaratılmak isteniyordu, bir dostluğun ilgisi değildi.
Zaten Narmanlı’da, herkesin evine serbestçe girip çıktığı, Tanpınar’ın, her zaman bir yığın dostluğu ve ilişkisi olmuştur. İyi ki Haldun Taner, bu Narmanlı yıllarını yazdı. – Belki de yakında yok olup gidecek.
Narmanlı’daki eve benim ilk gidişimde kendisi daha gelmemişti. Dolabı açtık, biraz vermutla elma bulduk. Yolda giderken Kenan Hoca anlatıyordu: “Bir gün Cahit Sıtkı ile dönüş paramız kalmayınca yine ağabeyime gelmiştik.” Ve birçok sanatçı dostlar.
Serbest nazımla yazdığı “Altın Güzeldir” bu yıllarda, Adnan Benk’in yönettiği Küçük Dergi’de,”Son Yağma”, Mesih Akyiğit’in çıkardığı Millî Mecmua’da yayımlandı.
Fakat serbest nazma sanıyorum, Tanpınar yabancılık duyuyordu. Gençleri beğeniyordu, onlara karşı değildi, Orhan Veli’yi, Melih Cevdet’i, Oktay Rifat’ı elbette seviyordu. Başaran ve Özdemir Asaf gibi daha genç şairleri sanırım birincisini imajları, ikincisini zihinsel yanı dolayısıyla değerlendirmelerinde çok dikkatli davrandığı derslerinde bile söz konusu edecek kadar ilgiyle izliyordu. Ancak, serbest nazma, kendi şiirinde şüphe ile bakıyordu. O, veznin ve şeklin şairi idi; gençler de onu bu şiir çizgisinde beğeniyorlardı.
Rıfat Ilgaz’ın Tanpınar’a ithaf ettiği;
“Bu ümitsiz kış akşamlarında madem ki / Ilık sabahların tahayyülüyle susmaktasın / Vaktiyle hülyanı dizdiğin ince dalların / Alevlerinde ısın.”
mısralarını unutabilir misiniz?
Ahmet Hamdi Tanpınar’ı ilk olarak bu şiir yıllarında dinledim. O zaman Fındıklı’da bulunan Edebiyat Fakültesi’nin giriş katındaki soldaki anfide, Edebiyat Fakültesi ve Güzel Sanatlar Akademisi öğrencileri ve biraz da bu branşlardaki seçkin güzellikler dolayısıyla Teknik Üniversite ile öbür fakültelerden gelen gençler, çoğu ayakta, Tanpınar’ın yumuşak-kısık sesini dinliyorlardı. Hoca da kürsüde ayakta konuşuyordu.
Fakülteye girdikten sonra da, sert ve zaman zaman sinirli görünüşlü elinde geniş kenarlı gri fötrü ile acele hareketli, koridorda görünmesi ile kaybolması bir olan, belki de henüz milletvekilliğinin havası üzerinde, bana çok esrarengiz gelen hocanın, daha çok artist yanının peşinde, üst sınıf öğrencilere ait birkaç dersine daha katıldım.
Bu derslerde katı çizgileri yumuşatan birleştirici ve ruhları bir potada eritip sonra yeniden şekillendiren bir konuşmanın sırrını gördüm. Yoksa -Tarık Buğra’nın da yıllar önce bir bayram karşılaşmamızda söylediği gibi- Tanpınar, önceden hazırlanmış düzenli konuşmaların adamı değildi. Bazı günler kendini toparlayamadığı için, bazı günler de direktif verici kesin ifadelerden kaçınma endişesiyle cümlelerini tamamlamadığı anlar bile oluyordu ve hep kendini silmek ister gibi sessizce konuşmaya çalışıyordu.
O sıralarda öğrenci arasındaki adı da “Al Capon”du. Bu adın şapkası yüzünden verildiğini sanıyordum. Fakat, Kenan Tanpınar Hoca’yla bir gün Narmanlı’daki evine gidince gördüm ki, Hamdi Bey, İngilizcesini güçlendirmek için, çoğu Agatha Christie olmak üzere her gece bir polis veya gangster romanı devirip öyle uyumaktadır.
Zaten uyumak, onun için biraz güç bir olaydı. Gece geç yatar, bazen sigarası kâğıtlarının veya bir kitabın üzerinde sönerken uyuklardı. Fakat sabahları, özellikle Gümüşsuyu’ndaki eve taşındıktan sonra, erkenden kalkıyor ve çalışma masasının başına oturuyordu.
Gümüşsuyu’ndaki daireye 1953 Paris yolculuğundan sonra taşındı. Cadde üzerindeki Nimet Apartmanı’nda da Abdülhak Şinasi Hisar oturuyordu. Dostlarından Dr. Safder Tarim’in evi de o civardaydı. Park Otel’e de yakındı. XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Yaz Yağmuru’ndaki hikâyeler, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, İstanbul ve birçok makaleleri, Beş Şehir‘in ikinci baskısı, bu güneşli apartmanda kaleme alındı.
Birlikte çalıştığımız zamanlar, saat on sıralarında uğrardım. Çaylı sigaralı bir çalışma ile öğleyi bulurduk. Bazen bir Mozart, bir Vivaldi dönerken, röprodüksiyonları incelerdim. Eğer bir dostu varsa, -Zühdü Müridoğlu, Nuri İyem şu anda aklıma geliyor- konuşmalarını dinler, yararlanırdım. Dersi yoksa yemeği geciktirir, -bazen evde, bazen civardaki Rus lokantasında, kırk yılda bir Degüstasyon’da- bir şeyler yedikten sonra, gerekiyorsa, birlikte fakülteye geçerdik. Gece uykularını da ikindiye doğru bir ara karşılamaya çalışırdı.
Böyle bir ikindi üzeri, ölümünden birkaç gün önce uğradığımda, kendisini uyanmış iskambil falı açıyor buldum. “Fal kapalı çıkıyor oğlum” dedi. “Hile yapın, hocam!”dedim. “Olmaz bana yakışmaz!” diye cevap verdi.
Tanpınar Hoca’dan bu yıllarda neler aldığımı düşünüyorum. Mehmet Kaplan, Ali Nihat Tarlan ondan daha fazla öğretici idiler, fakat ben şiiri ve Tanpınar’ın çıraklığını seçmiştim. Bilimin metodları fikrine de Hilmi Ziya Ülken, Takıyeddin Mengüşoğlu, Joachim Ritter gibi, felsefeci hocalarla ulaştım. Hatta Tanpınar’ın “Edebiyat Tarihi”ni ona yardım ederken değil, bu metodlara uyandıktan sonra kavrayabildiğimi söylemeliyim. Ancak bizi bu problemlere gönderen ve Batılı bir tavır kazandırmaya çalışan yine Tanpınar’dı. Her çeşit bilgide daima esas kaynaklara inmeyi, insana ve kültürlere önyargısız ve “taassub”suz bakmayı, kendini aramayı, kendi iç dünyamızda bir uyum kurma fikrini, hür, adil, dürüst, iyi ve “flexible” olmayı bize o “telkin” etti.
Şimdi Türkiye’de şu mantık geçiyor: Bir insan, ya sağdadır, ya solda. Sağda değildir, öyleyse solcudur veya aksi. Hayır, Tanpınar, Fikret Ürgüp’ün de dediği gibi “insan olma sanatı”nı biliyordu. Bu yüzden o hiçbir zaman öğrencisine karşı tavır almadı. Zaten, bir hoca, elindeki malzemeyle, insana karşı olabilir mi?
Şimdi Tanpınar’ı, Selâhattin Hilâv’ın dediği şekilde, doğrudan doğruya Marksist yoruma kaydırabilir miyiz? Nazım Hikmet gibi gerçek bir şairin yalnız Marksist hareketin marşı gibi okunması ne acıdır. Yine Hilmi Yavuz’un Nietzsche’ci yorumu da bir sınırlandırma değil midir?
Yalnız Tanpınar, şunu iyi biliyordu: Kant’ı, Nietzsche’yi, Hegel’i, Marx’ı vb. büyük düşünürleri bir yana atarak hiçbir yere gidemezsiniz.
Bir konuşmamızda Espoir‘a yasak koyan bir kültür politikasını anlayamadığını söylemişti. – Daha sonra galiba bir serbestlik geldi ve Türkçeye çevrildi. -Bir konuşmamızda da. Kapital’i kütüphanesinde bulamadığımız bir üniversitede felsefe ve ilim yapılabildiğinden bahsedebilir misiniz? Demişti.
Tanpınar bir “humanite”nin içinde ve bizim insanımız olarak konuşuyordu. Bu yüzden kültür değerlerimizin savunmasına daima ehemmiyet verdi.
Bir defasında, “Selçuk’u ben de severim, fakat Osmanlı’dan çok sevmeyi anlamam” demişti. Ben, “Osmanlı’nın kuruluş dönemini daha çok seviyorum” dediğim zaman da “Hayır. Nazım da böyle düşünüyordu, doğru değil. Kültürümüzü, Osmanlıya bir bütün olarak borçlu olduğumuzu unutmamak lâzımdır” diyerek cevap vermişti.
Patrona Hamamı olarak tanınan yapının yıkılması söz konusu olduğu zaman da, Osmanlı politikasının mimarlık eserleriyle kalıcı kılınan bir milliyet anlayışına dayandığını, bu toprakları bize ait yapan mimarinin yer yer bertaraf edilmesi halinde uluslararası planlara ulaşabilecek ve hiç istemeyeceğimiz kültür problemleriyle karşılaşabileceğimizi söylemişti.
Eğitimde, Meşrutiyet’ten beri tartışılan “Tûbâ Ağacı” görüşüne, yani üniversiteden aşağıya doğru bir aydınlanmaya inanıyordu. Bu yüzden Hasan Ali Yücel’e duyduğu bütün sevgiye rağmen Tonguç’u ve köy enstitülerini tutmadı. Nurullah Ataç’ın aynı görüşü savunan “Prospero ile Caliban” adlı yazısını bu sebeple çok beğenmişti.
“147’ler Olayı”nda da şu veya bu kişiyi değil, üniversiteyi savunmak istemişti.
“Bizde üniversite, belki de tarihinin yeniliği yüzünden efkâr-ı umumiyeye öbür memleketlerden başka türlü mal edilmiştir. Cemiyet hayatında gördüğü şerefli vazifeler ne olursa olsun, bu propagandalar onu daima kaynayan bir kazan gibi göstermiştir. Şüphesiz ki üniversitelerimiz bu huzursuzluğu içten besleyen unsurlardan kurtulmanın kanuni imkânlarına sahipti. Fakat bu cinsten kökten tedbirlerin de mahzurlarını göz önünde tutuyordu. Filhakika müesseseler cezri tedbirlerle değil, gelişmelerine imkân veren dikkat ve bir nevi içtimai şefkatle istenilen şekle varırlar. Cemiyet hayatında olduğu gibi, fikir hayatında da en büyük yapıcı istikrar, devamlılık ve emniyettir.”
Nitekim bu bireyin yaşamı için de böyle değil midir? Onu “düşünmeden itaate” zorladığınız bir anda bütün gelişmeyi de durdurabilirsiniz. Ve bugün, biz bireyin özgürlüğüne, her şeyden çok değer vermek zorunda değil miyiz?
“Hiçbir şeyi kendimize kader yapmaya hakkımız yoktur. Hayat o kadar geniş ve insan o kadar büyük meseleler içinde ki, onu kavramak için düşüncelerimizde ve hayatımızda, hür olmalıyız.”
(Gösteri, sayı 76, Mart 1987, s. 25-27)