AHMET HAMDİ TANPINAR: ESERLERİ ÜZERİNDE DÜŞÜNCELER
Tahir Alangu
Çocukluk hülyalarını ve düşlerini kucaklayan, anılarda kalmış renkli yaşantılarını kopuk kopuk yansıtan, saplantı halinde geçmişe dönük, bir yandan Yahya Kemal ve Abdülhak Şinasi Hisar’ın anlayışlarından geçen bir üslûpla, gerçek yaşamanın kargaşasından ürkmüş; kendi içini dolduran düşlerini, zaman zaman kendi dünyasına girmiş veya değinmiş kişilerden kalma izlenimlerini, özlem dolu bir masal havası içinde, kısık ve boğuk, içli ve mahrem bir sesle hikâye ve romanlarında anlatır. Hikâyelerindeki bütün kişiler, çevreler, manzaralar ve düşlerle kolkola yürüyen olaylar, çocukluğundan ilk gençlik yıllarına doğru ruh ve düşünce gelişmelerinin merhalelerini izleyerek eserlerine yansımakta, bütün kişisel oluşumlarını ve çatışmalarını doğrudan değil, dolaylı genellemelerle sembolik ifâdeler altında vermeğe çalışmaktadır. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarının çevreleri ve olayları, okudukları ve yaşadıkları, onu, mizacından da gelen bir musallat sürüklenişle hep kendi içine kapanmağa ve hülyalara doğru itelemişti. Hikâye ve romanlarına yansıyan unsurlara bakılınca, çocukluğunda babasıyla birlikte dolaştığı diyarların, Kerkük ve Musul’un, yol üzeri geçerken uğradıkları Halep’in, Antalya ve Sinop’un, mahallî özellikleri ile onun hülyalarını gıcıkladığı iyice anlaşılmaktadır (Antalya Mektubu: M. Kaplan, Tanpınar’ın Şiir Dünyası, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul 1983). Ondaki batı etkilerinin daha sonradan eğitimle gelmiş olmasına karşılık, doğu etkilerinin hayatının daha ilk basamaklarında, doğrudan doğruya yaşama çevresinden geldiğini, kişiliğine damgasını basacak kadar güçlü olduğunu, hayatına işleyen ve onu bütünlüğü ile derinliğine niteleyen temel bir anlam taşıdığı görülmektedir. Onun hikâye ve romanlarında gördüğümüz doğu unsurları ve lejand motiflerinin çoğunun hep bu çocukluk yıllarının anılarından süzülerek, orada yıllarca evrilip kümelenerek, somutlaşarak geldiğini görürüz. Ahmet Hamdi, kendi kişilerinin saplantı hâlindeki düşlü yaşantılarını anlatırken, bütün anlatım malzemesini, bu anılar hazinesinden çıkarır, çevrelerini daima pitoresk köşelerden seçerek gölgeli bir manzara hâlinde gösterir. Bu manzaraların içinde yalnız kendi hayatı değil, kişilerinde kendi romanlarını taşıyan, yazara mâl olmuş, onunla birlikte yaşayarak dolaşmış kimselerin hayatları da vardır. Çocukluk dünyasında tanıdığı birçok kişilerin yerli masallara, eski mitolojilerden kalma bâtıl inanışlara kök salan serüvenleri, onun “geçmiş zaman”ı zorlayışlarının arasından eserlerine doğru bir yol bulduğunu görüyoruz. Nitekim Kerkük’teki büyük evlerine sık sık gelen “Gülbûy Hanım”ın serüveni, onun ilk büyük hikâyesi “Evin Sahibi”nin başlıca kaynağı olmuştu (Abdullah Efendinin Rüyaları, İstanbul, 1943). Muhayyilesinin en altında yer eden bu saplantı temanın çevresine bir birikme ve yığılma olmuş, eser kılığına gelinceye kadar yürümüştür (Kerkük Hatıraları. M. Kaplan, Tanpınar’in Şiir Dünyası, İstanbul, 1963).
İlk hikâye kitabı Abdullah Efendi’nin Rüyaları (1943)’ndaki bütün kişileri, aynı adı taşıyan hikâyesindeki Abdullah Efendi, içlerinde yaşayan “mütecessis, gayri memnun ve zâlim” bir “ikinci adam”ın varlığından bezgin ve huzursuzdurlar. Bunlar, kendilerini “alt katta geçen bütün şeyleri merakla takibeden bir üst kat kiracısı” olarak duyarlar. Daha doğrusu onun hikâyelerindeki bu “ikinci adam”, kiracı değil, evin asıl sahibi, efendisi, üst kattaki bize tahakküm eden mutlak hükümdarıdır. Zavallı Abdullah Efendi bu sessiz, ama musallat seyircinin gözcülüğü altında yaşamak zorundadır. Bu “ikinci adam”, her adımda, gündelik hayatını yaşamak isteyen zavallı Abdullah Efendi’nin yürüyüşünü çelmeleyen bir engizitördür. “Onu bir uyutabilse ve sarhoş edebilseydi”, Ahmet Hamdi’nin kişileri dünya nimetlerinin sofrasına yepyeni bir adam olarak oturabileceklerdi. Ve onların içinde Ahmet Hamdi’nin ta Kerkük’teki çocukluk günlerinin korkulu masallarından gelen, “ağır ve kaypak halkalarını bütün vücuduna doladıktan sonra zehirli dişini” hayatına geçirmeğe hazırlanan, ama bir sürekli tehdit hâlinde daima duran, zaman zaman uyuşup hayatına birer nefeslik zamanlar kazandıran bir “Evin Sahibi”, yaradılışın o eski bilmecesinden kalmış bir evrensel yılan vardır. Ahmet Hamdi’nin hikâyelerindeki kişi, ta ilk hikâye denemelerinden gelişerek son romanına kadar musallat ve sürekli bir “Hayri İrdal” vehmi içindedir. Denilebilir ki, yazar, hep o aynı “vehim ve hülya adamı”nı, zaman zaman hikâyelerinden romanlarına aktararak, gerçekte son günlerine kadar kendi içinde taşıyarak götürmüştür. Abdullah Efendi’nin Rüyaları’ndaki Abdullah Efendi, Huzur romanındaki Mümtaz, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ndeki Hayri İrdal, hep birbirleri içinden çıkan aynı insanın metamorfozunu tasvir ederler. İllüzyonlar altında bunalan, algıları sürekli olarak kendi dar çevresinde açılıp kapanan, yaşarken tempolu düşler gören, sinir ve ruh buhranları içinde yuvarlanıp giden hep aynı ruh hastası kişidir bu. Hep aynı kızgın ve iri kaya parçasını kaygan bir yokuştan yukarı sürüp çıkarmaya mahkûm edilmiş “Sisyhpus”tur. Ahmet Hamdi, insanoğlunun kaderini kendi kişilerinin yaşamalarında tanımlarken Camus’nün Batı dünyasının şartları altında ele aldığı aynı temayı, yaşamanın ve insanoğlunun kaderinin saçma ve anlamsız oluşunu, bizim dünyamızda aramaya girişti. Abdullah Efendi sürekli olarak ya kuyunun dibinde gerçekle yüz yüze, ya onun içinde, ya yokuşta kayayı sürerken ezilmiş, ya da tam tepede saçmalıkla yüz yüze, dehşete düşmüş, kuyuya düşme hâlinin bir adım öncesindeki panikleme ortamında tasvir edilmiştir. Onun bütün “Abdullah Efendileri” gölgeleriyle yaşayan, onlardan sıyrılamayan, yılanların sancılar içinde kıvranarak gömleklerinden sıyrılışları gibi, hep yeniden aynı lânetli gömleği giymek üzere sınırlanmış ve önleri kesilmiş kurtuluşların çabası içindedirler. Onun kişileri “başka bir yıldızda doğmuş kadar bu toprağın hesaplarına ve zaruretlerine yabancı” idiler Çözümleyici ve hasta dikkatleriyle eşyaya ve hareketlere işlemeğe çalışırlar. Ama aslında işleyebildikleri, eşya ve hareketlerin gerçek dünyası değil, hasta ve çarpık bir muhayyilenin gözünden seyredilen vehimler ve yanılmalar dünyasıdır.
Ahmet Hamdi, insanlarla madde dünyasının ilişkileri ve bundan doğan gerçek çatışmalardan bilerek ve isteyerek uzak kaldı. Onun hikâye ve romanlarında denge ve ilişkileri alt üst olmuş, düzenine işlenmesi imkânsız, daha doğrusu düzen dışı bir yaşamanın mahşerî kargaşalığı var. Onun kişileri, bizim gerçekçilerimizin anlattıkları, gündelik yaşamayı sürdüremezler. Bütün eşya ve manzaraların, hayatın ardında kendi hasta muhayyilelerinin yarattıklarını görürler. Psikanaliz seanslarındaki boşalma sayıklamalarının notlarında görülen, mantık bağlantılarından uzak, bazan sürrealist ressamlann tablolarında seyrettiğimiz suçluluk saplantılarının geniş bir tasvirini bunların gözlerinden seyrederiz. Bunlar, kurulmasına ve düzeltilmesine kendi çabaları ile katılmadıkları bu dünyadan kurtulmak, başka türlü bir zamanı yaşamak, alelade fânilerin yaşadıkları zamanın sınırları dışına çıkmak sevdasındadırlar. Ahmet Hamdi’nin bütün kişileri kendilerini buna zorlarlar, buna mahkûmdurlar. Karşılarına çıkan her dönemeçte, çevreye ve gündelik dengeye bağlanan insanların normal bir tempoya uyarak yürüdükleri zamanın dışına çıkar, bir başka kapıdan girdaplı yeni bir zaman temposunun içine girerler.
Onun hikâyelerinde, derinlemesine işleyen bir ruh analizini değil, sürekli ve yüzeyden-uzayıp giden bir imajlar, yorumlamalar, sapık görüntüler dünyasını görüyoruz. Ahmet Hamdi, bir yandan “eskiye dönük ve özlemle bağlı” dünya görüşü ile Abdülhak Şinasi’ye, bir yandan “dengesiz ve huzursuz üstün adam” anlayışıyla Peyami Safa’ya bağlanırken, yüzeyden genişlemesine yayılan ve her şeyi kucaklamak isteyen zaman dışı düşlü yaşantılarına düşkünlüğü ile de adamakıllı onlardan ayrılmakta, çağdaş batı yazarlarına bağlanmaktadır. Bunu da aynı adamı, düzenli yaşamadan zaman ve mekân dışına çıkararak, zamanın ötesinde; mekânın dışında kopuk zaman şeritlerine, birbirleri ile ilişkileri olmayan çevrelere aktararak yapıyor. Normal insanlarda bulunmayan, ancak hasta sanatçılara has, abartılmış duyusal büyük bir işleyişle, eşyaların ötesinde bütün sanatı ile bir hayal dünyası kuruyor. Bu dünyada ancak hasta duyarlıklar içinde tedirgin, huzursuz toplumların kargaşası içine sıkışmış aydınların görebileceği düşleri seyrediyoruz.
Onun aynı kitabındaki “Geçmiş Zaman Elbiseleri” adlı hikâyesinde yine aynı temayı işlediği, “kafasının kuyusuna gömülmüş zavallı bir otomatın” esrarlı dünyasına işlemek, sürekli olarak bu soy kişiler ve hayatlar peşinde olan bir artistin, bu yönde gelişen denemelerini yansıtmak çabasında olduğu görülmektedir. Bu hikâyesinde musallat yanılmalar içinde çırpman insanların yanında, gerçek kişiler, tutkulu kumarbazlar da var. Ahmet Hamdi’nin Dostoyevski açısından kumarcılara özel bir ilgi duyduğu anlaşılmaktadır. Ama bu hikâyesinde daha çok büyük annesinin masal dünyasına yuvarlanıp kayan, gerçekler dünyasından en küçük itilişlerle sıyrılıp masal dünyasına sığınanları anlatıyor. Burada eski zaman elbiseleri içindeki eski masal kadınlarını anlatırken, Abdülhak Şinasi’yi, zaman zaman andırmaktadır. Gazi Eğitim Enstitüsü’nde kaldığı sıralardaki ruh yaşantılarını bize nakleden yazarın psikolojik biyografinin bir parçası sayılabilir bu hikâye.
Yine bu kitabındaki “Erzurumlu Tahsin” hikâyesi, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Erzurum’da bulunduğu sıralarda (1923-24) yaşadığı büyük zelzele olayının görgü izlenimlerine dayanmaktadır. Şehrin o günlerdeki hâli ile birlikte, Hasan Tahsin Efendi’yi de, kendi sanat anlayışına, olaylara işleyiş ve onları yorumlayıştaki özel açısına bağlanarak gerçekten görmüş, anısında taşıyarak getirmişti. Hasan Tahsin Efendi’nin büyük olayların baskısı altında altüst olmuş ruhu ve kafasının onu sürüklediği toplum dışı vahşi ve dervişçe yaşayış, ona, sarsıntılar ve depremlerle titreyen ve insanları dehşete salan toprağın bir ifadesi gibi görünmüş, deprem içindeki toprakla bu mecnun insan arasında aynı sarsıntı ve dalgalanmalara bağlı bir denge kurmağa çalışmıştı. Savaşların, bakımsızlıkların, yoksullukların kemirdiği bir bölgede, uzun süren savaşların etkisi altında bir insanın dengesini yitirişini, şartların ezici ve bunaltıcı baskısına değil, daha çok eski doğulu feylesofların, derviş ve münzevîlerin meczup felsefelerine doğru yorumlayışı, onun en acı gerçekler ortasında bile “hülya canbazı” olmayı bırakmadığını gösteriyor. Onun bu hikâyesi/düşle gerçek arasındaki havası, tabiatla insan ilintilerinin esrarlı düğümünü zorlayan felsefe yapısı ile Anadolu insanının tabiatın ağır baskısı altındaki mistik ve mazlum melankolisini yansıtan en güzel hikâyelerinden biridir.
Hikâyelerinden en güzeli, romana doğru gelişeni, onun sanat anlayışını ve biyografisi ile ilişikli ruh oluşumunu yansıtanı, “Evin Sahibi” (1943) adındaki uzun hikâyesidir. Daha çocukluk günlerinde içine yerleşen düşler, masallar, yerli alt mitoloji unsurlarının birleşiminden meydana gelen bir yumak, yıllar boyunca bu hikâyede ifadesini bularak çıkmıştır. Bu hikâyesinin; asıl çekirdeğini, dadısı olan “yarı isterik, delişmen, hoşsohbet” bir kadından dinlemiş (bk: “Kerkük Hatıraları”). Ona göre Gülbûy Hanım, “bir romanı olan insanlardandı”. Daha doğrusu masalı olan bir insan. Ona göre insanlar “masalı ve romanı olanlar veya olmayanlar” diye ikiye ayrılıyorlardı. Gülbûy Hanım, kendi romanını sık sık bir masal üslûbu içinde çocuklara anlatıyordu. Çok zengin bir ailenin kızıyken güzel bir delikanlı ile nasıl nişanlandığını, daha nişan gecesinde rüyasına giren bir yılanın kendisine nasıl âşık olduğunu, onu kendi malı sayarak evlenmesini yasak edişini anlamış. Bu yılan, Gülbûy Hanım’ı, yavaş yavaş yılandan güzel bir delikanlı kılığına dönüşerek, düşlerinde ziyarete başlamış. Bu sırlı buluşmalarını başkalarına anlatmaktan da onu yasaklıyormuş. Nikâh zamanı gelince, Gülbûy Hanım, bu serüveni ev halkına açmağa mecbur kalmış. Ev halkı bir sabah gözleyerek yılanı yastığının altında yakalamışlar ve öldürmüşler. Bu olayın hemen ardından önce kızın babası, sonra nişanlısı ölmüş, bir kardeşini vurmuşlar. Gülbûy Hanım’a ise sar’a illeti gelmiş, bir gözü kapanmış. Yılanın bütün doğu memleketlerinde olduğu gibi Kerkük’te de halk arasında meydana gelmiş ve sözlü gelenekte yer etmiş saygın alt mitolojisinin bu hikâye yolu ile Ahmet Hamdi’nin çocukluk muhayyilesine yerleştiği, bir çok rivayetler ve eski hikâyelerle yavaş yavaş birleştirilerek, bir çok biyografik çizgilerin de eklenmesiyle; bir aileyi iki nesil boyunca saran bir meş’um kader hikâyesi hâlinde geliştirildiği anlaşılıyor. Kerkük’teki evlerinin asıl sahibi bir ev yılanının hayatlarını tâyin eden serüvenini, bütün bir ailenin hayatını kaplayan bir büyük hikâyenin yapışma halka halka bağlayarak yürütüyor. O, Gülbûy’un macerasını yıllardan sonra yeniden içinde canlanan, başka olay, motif ve ruh yaşantıları ile kat kat büyüyen ve yürüyen yeni kompozisyonu ile içinde kendiliğinden gelişmiş ve kurulmuş olarak buldu. Musul’da genç yaşındayken ölen annesinin, çocukluğunun ilk ızdıraplı anlarına karışan, ve içinde yer eden serüvenini de Gülbûy Hanım’ın hikâyesi ile birleştirdi. 1937 yılında yağmurlu bir havada, Küçük Bebek’te “Yılanlı Yalı”nın saçağı altına sığınmış beklerken, o pusulu havanın her şeyi bir düş perdesi altında gösteren ekranında, önünden akıp giden bir yılanı görüşünün, kendindeki bu eski anıları uyandırışını bir mektubunda anlatıyor (bk: Mehmet Kaplan, Tanpınar’in Şiir Dünyası, İstanbul, 1963, s. 178). Ahmet Hamdi, “bir eser ömrümüz boyunca bizde mevcuttur. Tıpkı hareketlerimiz gibi icraatının tesadüfleri ona muayyeniyetini verir” demektedir. A.H. Tanpınar, Gülbûy’un serüvenini olduğu gibi yazarsa, bazı yazarlarımız gibi “folklora düşebileceği” endişesindedir, “her eserimde istediğim şeyi, o sembol kıymetini kaybederdim” demektedir. Bundan dolayıdır ki bu hikâyesini çocukluğundan başlayarak kendi ve ailesinin yaşadığı çevreler, evler ve olaylara, kendi sanat anlayışına bağlayıp yorumlayarak işlemektedir. Hayat ve ölüm, ruh ve madde ilişkileri üzerinde sürekli olarak düşünmekten gelen bir alışkanlıkla duyarlığının ve marazi bir incelikle gelişen çözümleyici çabalarının sonunda “ölümle birlikte gezmek”, “korkuyu, kapalı odalardan dağılan siyah dalgalar halinde” dışarı sızdığını görecek kadar marazileşen bir dikkatle yazılan bu hikâyesinde garip, esrarlı, etkileyici bir büyü havası vardır. Ahmet Hamdi’nin hikâye sanatında ulaşmak istediği sonuç da zaten bu idi. Bu hikâyesinde yılanı tanımlayışındaki o tutkulu anlatışına bakılırsa, Ahmet Hamdi’nin eser verme basamağında ne soy bir büyülenme halinde bulunduğunu anlayabiliriz: “… kehkeşan cüsseli, siyah derili, yıldız pullu yılan, annemin boğazına sarılıp öldüren yılan, evimizin sahibi, düşüncemizin efendisi, bütün bir ev halkına her türlü gündelik hareketlerden her geceki rüyalarına varıncaya kadar hepsini tayin ve kabul ettiren korkunç eser, harikulade mevcut…” Eski ve ilkel sözlü geleneğin, alt mitolojiden kalan esrarlı etkilerin bütün bir aileyi nasıl büyülediği, bütün eski rivayet, gelenek, töreler, Şahmeran hikâyeleri, masal kırıntıları ile tıpkı bir mozaik gibi derlenip işlendiğini, yarı biyografik bir hikâyeye nasıl ustaca bağlanarak anlatıldığını görüyoruz. Hayatları sürekli bir ölüm hikâyesi, masala yüceltilmiş bir vehimden başka bir şey olmayan insanların hikâyelerini yazarken, onun kendisine yakın duran bütün yazarları, Peyami Safa’yı, Nahit Sırrı’yı, Abdülhak Şinasi’yi, ustaca anlatışı, büyük ve sürekli çalışması ile çok aştığı açıkça görülmektedir.
Onun Yaz Yağmuru (1955) adındaki ikinci hikâye kitabındaki hikâyeleri içinde en güzeli “Yaz Yağmuru” adını taşıyanıdır. Bu hikâyenin Huzur (1949) ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü (1961)’ndeki kişilerine ve anlatışına bağlandığı görülmektedir. Yaşamayı da tıpkı rüya gibi hareketsiz ve iradesiz kabul eden, günlük yaşama ve çatışmalar dünyasına bağlı zamanın dışında, derûnî bir başka hayat yaşayan kişiler bunlar. Bu hikâyesindeki, kitaplıkları dolaşarak bir eski çağı araştıran, günlük yaşamalar düzenine bağlı ahlâk ve sorumlulukların üstünde kalan bir “Sabri”, Huzur romanındaki “Mümtaz” ile, Saatleri Ayarlama Enstitüsü‘ndeki “Hayri İrdal” arasında kalan bir basamaktır. Ahmet Hamdi, aslında, bu kişilerinin saplantılarında hep kendi musallat kişisini, içine oturmuş, hayatı yaşamasına yol vermektense onu sürekli olarak ancak yorumlamağa iteleyen, kendi “ben”ini anlatmıştır. Karşısına çıkan ortak yaşamaların sorumsuz ve üstün yaratığı, seçkin kadını da, kaybolmuş ve yanmış bir eski dünyayı sırtına yüklenerek dolaşır bir hâlde tasvir ediyor. Bu kadını Sabri için çekici yapan güç, bu geçmiş zamanın içinden çıkıp gelmiş olmasının büyüsüdür. Bu hikâyede ikisinin yaşadıkları bir hayat değil, adetâ ayrıntılarına kadar, gerçek dünyanın çerçevesine oturtulmuş, günümüzün ışığına aktarılmış bir rüya-oyundur. Hikâyenin temelinde, kadının sırtındaki o büyük yükün üstünde. Boğazın karşı yakasında sırtını ormanlı bir yamaca dayamış, eski bir yalının içinde kaybedilmiş bir dünya, büyülü bir yaşamayı sürdüren bu yalının yanması ve ailenin sönüp tükenişi vardır. Bu hikâyesinde, Ahmet Hamdi’nin içten bağlandığı seçkin, hülyalı bir güzellik içindeki, büyülere ve düşlere karışmış kendi kişileri ve dünyası var. Onun bu hikâyelerinde erkekler büyük meselelerin yükü altında ezilir ve bunalırlarken, kadınlar daha hülyalı, esrarlı bir karanlığın içinde pasif ve zebûn dolaşırlar.
“Acıbademdeki Köşk” hikâyesinde de özel tutkuları olan, mekanik düzende işleyen bir düşünce yapısından düşlü kuruntulara kayıp giden bir emekli teknisyen tasvir ediliyor. Bu eski teknisyenin saplantıya düşmüş azgın hayâl gücünü anlatırken, düşlü yaşantılara kayıp gerçekten kurtuluşunu tasvir ederken, ünlü Amerikan hikayecisi James Thurber’in Walter Mitty‘sindeki başarıya ulaşıyor. Walter Mitty’nin gizli hayatında, J. Thurber bize, gündelik yaşayışın baskılı dünyasından, karısının teröründen, hülya mekanizmasını olduğu yerde hemen işleterek sıyrılmayı sık sık kullana kullana bir yaşama tekniği hâline getiren birisini anlatır.
Onun bu kitabında şimdiye kadar ortaya koymaya çalıştığımız anlatış tekniğinin dışında kalmış biricik hikâyesi “Bir Tren Yolculuğu”, Anadolu kasabalarında turneye çıkan gezginci tiyatro kumpanyalarının insanları ile bir trende karşılaşmasını, gerçek dışı, düşsel yaşantı çözümlemelerine gitmeden, yalın gözlem seviyesinde anlatmaktadır. Bu hikâye, onun, bakanlık müfettişliği yaptığı sıralardaki yol izlenimlerini yansıtmaktadır. Eğer gerekli görseydi, bu dünyanın ve içinde yaşadığı gerçek zamanın kişilerini ve çatışmalarını anlatmada da başarılı olabileceğini yine bu hikâyesinden anlıyoruz.
A.H. Tanpınar, Antalyalı bir genç kıza yazmış olduğu, eserleri ve sanat anlayışı üzerindeki görüşlerini anlatan ünlü mektubunda (Mehmet Kaplan, Tanpınar’ın Şiir Dünyası, İstanbul, 1963, s. 178): “…Şiirde dolayısıyla kendimin, hikâye ve romanlarımda kendimle beraber mümkün olduğu kadar hayatın ve insanların -benden başkalarının- peşindeyim. Yahut başkalarına ait zamanın peşinde…” dediği halde; büyük hikâyelerinden başlayarak Mahur Beste (1944-45) ve “Evin Sahibi” (1943) gibi bütün roman hazırlıklarında, Huzur (1949) ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü (1961) gibi iki büyük romanda da hep kendini, kendi düşsel yaşamasını, iç dünyasını ve düşlerini anlatmıştır. Dış dünyaya ve kişilerine objektif değil, hep yeniden ve durmadan kendine dönmek için bakmış, dış dünya ve karışık bir zaman mekanizmasının içinde kendini kaplayan ve yaşayan rüya halini sürdürmüş, çevre ve zamana bağlanışlarının şuurunu yaşayamayan insanlarını anlatırken, her yerde ve herkeste kendisini seyir ve tasvir etmiştir.
Huzur romanına gelmeden önce hikâyelerinde, “Evin Sahibi” (1943) gibi hikâyelerinde, Mahur Beste (1944-45) gibi roman denemelerinde, kendini uzun uzadıya bu yola hazırlamıştı. Şairliğinden ve sanatçı kişiliğinden gelen, batının son roman akımlarını izlediği belli olan, kendine özel bir anlatışı, büyük bir sabırla geliştiren romanları, onun hayatına ve iç yaşayışına açılan bir kapıydı. Onun hikâye ve romana yöneldiği sıralarda, bu iki büyük türün büyük ölçüde halkın ve köylünün yaşamalarına ve gerçeklerine ve sorunlarına yönelen geniş bir akım halinde gelişmiş olması, onun hikayeci ve romancı olarak kenarda kalmasına, üstelik o günlerin öncü hikayeci ve romancılarını etkilemeyişine sebep olmuş, bu yolda ifade ettiği değer ancak ölümünden sonra bir dereceye kadar anlaşılmış ve anlatılabilmişti (bk. Mehmet Kaplan, Bir Şairin Romanı: Huzur, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi. Ahmet Hamdi Tanpınar Anma Sayısı, cilt: 12. 31 Aralık 1962). Çağında anlaşılamayışını o, Varlık Yayınevi’nin çıkardığı bir anket kitabında da kapalı bir şekilde belirtmiş: “…hikâyede ve romanda daha geniş, mevzii çerçeveleri kırmış, insanın tahini daha büyük merhalelerinde arayan eserleri daha bir müddet bekleyeceğimizi…” söylerken, o devirdeki gerçekçi akımın “sanatı gereğinden çok ihmal” edişine değinmek istemişti (Edebiyatçılarımız Konuşuyor. Varlık Y. – İstanbul 1963, s. 63-66). Bundan dolayıdır ki, 1942 den sonra hikâye ve romancılığımızda gelişen gerçekçi akımların karşısına, o bir başka sanat anlayışı ile, rasyonel ve toplumcu zorlamaların insanı, ve hayatı sınırlı bir yere kadar tanımlamasından daha ötelere ulaşabilecek, çağımız şehirli insanının gerçeküstü, şuurdışı yaşamalarını da kucaklayacak genişlikte bir yeni anlatım ve ifade şekli getirmeğe çalışmış, bu yolda başarılı öncü eserlerini vermesine rağmen, 1954 yıllarından sonra genç öncülerin “bunalım anlatımı”na yönelirken “A. Camus, Sartre, Kafka” örnekleriyle etkilenmelerini görmüş, bu batılı yeni akımların Türkiye’deki asıl başarılı uygulayıcısının kendisi olduğunu anlamayışlarından, yeni ve güçlü bir roman çığırı açamayışından üzgün olarak göçmüştü.
Huzur (1949) romanında “Mümtaz”ın düşsel serüvenini, “kendi derûnî ve sınırsız zaman içindeki tasarı yaşamasını” dört büyük bölüm (İhsan, Nuran, Suat, Mümtaz) ve 36 parça halinde anlatırken, “Evin Sahibi” ve Mahur Beste’deki taslaklarını roman bütünlüğüne doğru derinleştirmiş ve genişletmişti. Çocukluğunun önemli bir devrinde çok yalnız kalan ve kendi kendisiyle konuşmayı seven “Mümtaz”ın çevresindeki kişilerin “çoğu eski konak ve yalıların ortada bıraktığı kimselerdi. Bu romanda amcasının oğlu İhsan olarak tanıtılan, kendisine hem hocalık, hem de arkadaşlık eden kimsenin bir çok özellikleriyle Yahya Kemal’den izler taşıdığını görüyoruz. Albert Sorel’in bir cümlesini “Dünya gömlek değiştireceği zaman hadiseler sakınılmaz olur” diye delil olarak zikreden tarih hocası İhsan’ın kişiliğinde, bir zamanlar Paris’te aynı ünlü profesörden ders alan Yahya Kemal’i tanımak hiç de güç bir iş değil. Kimliği açıkça belli olmayan diğer kişilerin de onunla biyografik ilgileri olduğu tahmin edilebilir. Nitekim bu romanın bir devamı denilebilecek Saatleri Ayarlama Enstitüsü’deki kişilerin bir kısmını da tanımak kabil oluyordu. Üstelik onda teşhis ettiğimiz kişiler yalnız o kimseler değil, yazarın yarı yarıya kendisidir. Onun yakın çevresindeki bütün kişiler ölümün eşiğinde, hasta, yarı deli, ölüler, sinirli ve sar’alılar, eski bir paşa konağının saltanatlı hayatından dökülen, satıp savarak o eski kibar ve büyük düzeni sürdürmeğe, direnmeğe çalışan kimselerdir. Ancak hülyalar ve düşler içinde dengesini bulabilen, yarı bulanık bir sanat dünyasının boşluğunda sallanan, yazları kitaplıklarda terleyerek çalışan, ölmeden önce eserinin birinci cildini bitirmek isteyen, ince ve kargacık burgacık, kadın yazısına benzeyen satırlarla kâğıtları dolduran İhsan, Ahmet Hamdi’nin ta kendisidir. Henüz yayınlanmamış, eski bir anı defterinin sayfalarını karıştırırken, hem romanlarındaki bir çok ayrıntıların, hem de bu romanında belirlenen “kargacık burgacık” yazıların gerçek sahibinin o olduğunu anladım. Mümtaz’ın benliği sular altında uyuklayan, zaman zaman kımıldanan öyle dalgalı bir dünyadır ki, daha çocukluğunda içine çöreklenmiş bir yılanın, kökü kalbinde olan büyük bir korkunun vehmi altındadır. “Evin Sahibi”nde işlediği bu büyük “tedirginlik”, Huzur romanında daha büyük bir yaşantı içinde Mümtaz’ın kaderine sarılarak yürütülmektedir. Romanın baş bölümleri, Ahmet Hamdi’nin çocukluğunda yaşadığı yolculukları, göçleri, bozkır gecelerini, deve katarlarını, hanlarda konaklamaları, içine sinen gurbet duygularını tasvir etmektedir. Mümtaz’ın işgal ve iç-savaş yıllarında kasabadan kasabaya dolaşan hayatını tasvir ederken, Ahmet Hamdi geniş ölçüde kendi çocukluk anılarından yararlanmış, işgal yıllarındaki Antalya’yı anlatmıştır ki, bu bölümler Mütareke yıllarında Üniversitede okurken, ailesinin orada oturduğu sıralara rastlamaktadır. Bu kitabına aldığı bütün anılar, aslında düşler, kişilerinin hülyalı yaşamalarını birbirlerine bağlamak ve romanda birliği sağlama yolunda kullanılmıştır. Bundan dolayıdır ki, değişen çevreler, kişiler ve olaylar, gerçek bir yaşama ve hareketi değil, sürekli bir düşün ve tasarı yaşantının düzenli yürütülüşünde dengeyi sağlamak için kullanılırlar. Mümtaz’ın anasının ölümü, İstanbul’a gidişi, bir ayağı sakat İhsan’ın onu karşılayışı, Şehzadebaşı’ndaki evdeki çalışmalar, Galatasaray Sultanisi, evdeki zengin kitaplıkta İhsan’ın yönetiminde çalışmalar, tarih ve eski musikiye, İstanbul’un imparatorluk mirası geniş kültürüne aşılanışını anlatırken, geçmiş zaman özlemi (imparatorluk vehmi) ile gerçek zaman içinden kaçan yaşamasındaki ayrıntıları okurken, bir tek Mümtaz değil, çevresi ve yakınları ile birleşen ve tamamlanan bir Mümtaz çıkıyor karşımıza. Zaman zaman Ahmet Hamdi’yle birleşen, zaman zaman onu çok aşan bir Mümtaz’dır bu. Belki de Ahmet Hamdi’nin yaşadığı değil, onun içinde kapalı kalmış, hayata çıkamamış bir başka Ahmet Hamdi’dir bu. İçtimaî doktrini tarihten toplamak isteyen bir sultani hocası olan İhsan’da büyük bir Türk tarihi yazmak merakı, Yahya Kemal’den Ahmet Hamdi’ye geçen bir anlayışla, müesseseler ve meseleleri anlatmak isteyen bir anlayışa nasıl yöneldiğini tasvir ederken, Mümtaz – Ahmet Hamdi – Yahya Kemal doğrultusundan gelen etkilerin büyüklüğünü ortaya koyuyor. İhsan’ın yaratıcı eğiliminin sanata değil, tarih ve ekonomiye yönelişini anlatırken, hocası Yahya Kemal’de olmayan bir eksikliği kişisinde tamamlamak istediğini belli ediyor. Yahya Kemal’in kronikçi uygarlık tarihi anlayışında ekonomi temeline yer verilmemişti. Ama Ahmet Hamdi’nin ölmeden önce son baskısını tamamladığı edebiyat tarihinde yer yer bu anlayışa ulaştığı söylenebilir.
Eserinin en canlı ve başarılı yerleri, Mümtaz’ın, içinde düşlerini yaşadığı İstanbul manzaralarının tasvir edildiği yerlerdir. Bayazıt Sahaflar Çarşısı’ndan giriyor, eski salaş dükkânlarda oturup yazma mecmuaları karıştırıyor, eski insanların neler düşündüğünü, nasıl yaşadıklarını tasarlıyor, oradan Bit Pazarı’na geçiyor, İstanbul’un dört köşesinden derlenip gelmiş döküntü eşyaları, eski sahiplerinin hayatlarına bağlayıp yorumlayarak yaptığı gezinti, eski yazma sayfaları ve cilt kapaklarında ve Bit Pazarı’nın döküntülerinde seyredilen bir geçmiş zamanı yakalayış, akılcı anlayış ve idrâkin ötesine atlayış, Ahmet Hamdi’nin en ustaca anlattığı bölümlerdir. Bu çevre tanımlamasını yaparken, onun kişileri, çağın ve toplumun sorunlarından ve baskılarından “kaçma”nın bir çeşit mekanizmasını işletmiş oluyorlar, hayatın bütün güzelliği de zaman zaman önümüzde bir eski zaman kalıntısının gösterdiği izden açılan bu “kaçış” imkân ve fırsatlarındandır. Sonra Kapalıçarşı, Çadırcılar, Bitpazarı, eski plâklarda çınlayan eski bir musikinin peşinden sürüklenişi, Bedesten. Geçmiş zamanın eşiğinde her eşyanın üstüne eğiliyor, bunların derinliklerinde kapanmış kalmış bir hayatı, bir kuyunun içine bakar gibi endişelerle seyrediyor. Sonra Çekmece’de balıkçılar ve kır kahvelerini anlatırken, Mümtaz’ın gözünden hayatı ve çevreyi bir resim gibi aldığını görüyoruz. Ondaki çevre, gerçekçi romanda görüldüğü gibi insanı tamamlayan ve niteleyen bir roman unsuru değil, bizi rüyadan rüyaya götüren bir aracıdır. Mahur Beste’nin tarihi ve uygunsuzluğu üzerindeki eski hikâyeleri anlatırken, hayâl ve düşlerinin kökündeki korkular ve kuruntuların varlıkçı romanını yazmağı bir kenara bırakıyor, İstanbul’un bir kronikçisi, İstanbul’da eski zamanın donup kaldığı ve biriktiği köşelerin bir tasvircisi olup çıkıyor. Nereye bakarsa kendi içindekini gören Mümtaz’ın kafası, “…üstüvanesi altından geçen her şeye kendi içindeki ufuneti basan, böylece manasını ve şeklini örtüp kaybeden” bir cehennem makinesi çabukluğu ile işlemektedir. Onun dış âlemle bağlantısı böyle kurulmaktadır. Mümtaz’ın, daha doğrusu bütün hayatınca bekâr kalmış Ahmet Hamdi’nin, güzel kadınlar karşısındaki durumunu anlatan bölümler (s. 55) bakılırsa “güzel kadınlar, onu bunaltır, hiddetten kine, en siyah ölüme kadar getirir”, onu kıskıvrak bağlıyarak hayatından utanacak durumlara sokar. Üstelik Mümtaz’ın “benim” diyebilecek bir hayatı da yoktur. “Hep tezad halinde birbirini kovalayan çehrelerin ikliminde” sürüklenerek yaşar. Hiç kimse Mümtaz’ı bu batıştan, bu sürüklenişten kurtaramaz. Bundan dolayıdır ki, müthiş bir kadın özlemi içinde ve yine de onlardan uzaktır. Bir hayalet gemi durumunda olan Mümtaz’ı, kitaplar, sokaklar ve İstanbul pitoreski içinde düşlü tasarılarını taşırken ayakta tutan nedir? Bu derin duygulu hâlinin yanında bir de zihnî derinliği vardır ki, ona denge sağlamaktadır. Onun bu düşünen yanı olmasa mahvolacaktır.
En hurda olaylar ve özlemler karşısında çözümleyici derûnî bir yaşamaya çekilen, bu düzende yaşamanın pençesi altında bir nefeslik gerçek hayat lezzetinden yoksun, yorgun ve zebûn olan Mümtaz, uykulu bir kapanışla derinlere doğru kayarken, eşyaların özüne de işleyebilen bir soy uyanıklık arasında dengesini bulamayan, bizim edebiyatımızda gerçekten bunalan bir örnek kişidir.
Son yıllarda “A. Camus, J.P. Sartre, F. Kafka” üçlüsünden aktarılarak anlatılan bunalımı, batı kopyacılığı yolundan değil de, bizim şartlarımız ve sorunlarımıza uygun bir anlatışta, Mümtaz’in kişiliği ve düşsel yaşantılarını tasvirde başarı gösteriyor. Mümtaz, büyük yıkılış, kuruluş, kültür değiştirme sarsıntıları geçiren bir çevrede, sürekli kuruluş ve yıkılışların ortasında idrakinin ve kültürünün keskinliğinden dolayı bunalmaktadır.
Bu romanda, içleri kat kat kültürle dolup taşan kişilerle birlikte eski İstanbul’un yaşayışından gelen, büyük bir kültürü kucaklayan çevrelerin de tasvirleri vardır. Mümtaz’ın evi Emirgân’ın arka taraflarındadır. Ahmet Hamdi de bir zamanlar orada oturmuştu. Romanlarında çevreyi hep böyle pitoresk köşelerden alışı, yazarın romanlık kişileriyle birleşen yaşayışının bir sonucudur.
Ahmet Hamdi, kitabını, baş kişisi Mümtaz’ın çevresinde toplanan, ona katılan, ona görüşlerini çeşitli plânlarda anlatma imkânını veren kişilerin adlarını taşıyan dört bölüme ayırmış. Aslında bu dört bölümün hepsinde Mümtaz anlatılmaktadır. Onu etkileyen, kişiliğinde ve hayatında yer alan, onun kaderini yapan ve kuran kişilerin onun hayatındaki yerleri anlatılmaktadır. Bu dört bölümde de Mümtaz, onlara bağlı ikinci plândaki kişilerle birlikte, onların yüklerini taşıyarak, yaşamlarına bağlanarak yürüyor. Dört büyük bölüm ve 36 parçalık bu romanda baştan başa Mümtaz, bu kişilere ve çevrelere dokunarak, düşünerek, anlatarak, bağlanarak., herkese yansıyarak anlatılıyor. Onun başarılı romancılığının bir yanı da, bu ikinci sıradaki anlatım halkaları ve kişilerinin tasviri ve öze bağlanmasında kendini gösteriyor. Bu kişiler ve hayatların ayrıntılara varıncaya kadar çok canlı bir şekilde işlendiğini görüyoruz. Onun erkek tipleri anlatmakta gösterdiği başarıyı yer yer kadın kişilerini anlatmakta da gösterebildiğini belirtmeliyiz.
A.H. Tanpınar’ın eserlerini gözden geçirirken onun sanat anlayışında baş yeri “rüya”ın aldığını görürüz. Sürekli bir “yalnızlık” duygusu ile birleşen, çatıştığı her yerde gerçeğin ham ve yalın çıplaklığı karşısında, rüyalara sığınıp kayan bir yaşama üslubunun hüzünlü havasını, şiirlerinde, hikâye ve romanlarında buluruz. Ama bu “rüyaya sığınma”, şairane bir uyuşukluk, dış dünyaya bulanık bir pencereden bakarak rahatlama çabası değildir. “Gerçeğin içe yansıması” hâlini yazmağa yönelince, onun, süreli, güçlü bir gözleme ulaştığını görüyoruz. Bundan dolayıdır ki, “rüya” deyince, genç öncülerin çoğunun anlatışı “bulanıklığa” düşerken, onun “anlatış”ında çözümleyici ve titiz bir “düşünce aydınlığı”, karanlık ve bezgin ifadeler yerine, çok dikkatle düşünülmüş ve hakkı verilmiş bir “Türkçeyi arayış ve değerlendiriş” görülüyor.
A. H. Tanpınar’ın şiiri, insandan uzaklaşıp, çevreye, oradan soyuta yöneliyordu. Roman anlatışında da bu temel anlayışından uzaklaşmadığı halde, burada, şiirde söyleyemediklerini anlatabiliyor. Şiirde kendisi ile büyük düzenin ilgileri, hikâye ve romanda ise, yine kendisi ile birlikte yaşantılarına ve çevresine yönelmek zorunluluğunu duydu (Antalya Mektubu, göst. yer.). Abdullah Efendi’nin Rüyaları‘nda, hikâyelerinde, Huzur romanında kendi hayatının tabiat ve toplum çevresine yansıyan başka kişilerle birleşen ortak yaşantılarını anlatmıştı. Dış çevreye, insana, gündelik hayatın ortaklığına yöneliş, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde, temeldeki “rüya” anlayışına bağlı kalarak, en olgun şekline ulaştı. Hayri İrdal’ın düşle gerçek arasında sallanan acıklı ve meraklı hayati, A. H. Tanpınar’ın kendi zengin hayat hikâyesinden taşarak, iki dünya savaşı arası Türkiye meselelerinin yüze gelen sivrilerine ve aydınlarının özellikleriyle karışıyor. Bu romanda, yüksek politika ve üniversite çevrelerinin olayları ve kişilerini, Hayri İrdal’ın dünyasına yansımış olarak, bir takım alegorilerin altında tanıyabiliyoruz (Hayri İrdal, Vefa sıralarından bir arkadaşının, paraoniaya düşmüş bir zavallının, klinik gözlemlerden çıkarılmış hikâyesidir).
Hayri İrdal, derinlemesine işleyen hayal gücü, gündelik hayatın gerçekleri ile anlaşamayan, ancak bir yöne doğru işleyen zekâsı, sürekli çatışma halindeki kişiliği ile, çağımız Türkiye’sinde, yenilmişliğini doğumu ile birlikte getiren bir insandır. Bu soy kişilerin düşkünlükleri, felâketleri, karısından boşanması ve oğlunun ölümü, soya çekimden gelen erken bunama ile uyanıklık halleri… Gerçeklerin acılığından, hayatın kargaşalığından, yaşamaya sürekli olarak musallat olan “saçmalığı”ndan öç alıştaki coşkun neşesi, çökmüş ve ezilmiş sanılan bir Hayri İrdal’ın kişiliğindeki şaşılacak direnme gücünü anlatıyor. Bu Hayri İrdal’ın çevresinde dönen kişiler ve olaylarda yer yer roman anlatımından çıkışında, “epik veya tiyatroluk” bir aşırılık var. Düşle gerçeğin birbirlerine dolanıp masal üslûbuna kayışları bereket versin süreli olmuyor. Bu romanda çok kara ve zalim bir “kader”in üzerine yüklendiği Hayri İrdal’ın, bütün aşırı yeniliklerin saldırdıkları bir çevrede, kendi hülyâlı yaşayışını inatla sürdürüşü, baskı altında olmasına karşılık, neşeli bir direnme ile yaşayışı, cahillik ve geriliğin ortasında bocalayan son çeyrek yüzyılın aydınlarını ifade ediyor. Aydının silâhları toplumun zorunlu ve devrimci yüklenişleri karşısında henüz gücünü yitirmemiştir. Ama Tanpınar’a göre, Hayri İrdal, çelimsiz ve doğuştan yeniktir. Başkalarının verebilecekleri bütün azapları nefsine uygulayarak bir soy muafiyet kalkanı ardına çekilir, her an hazır bir kirpi kişiliği ile, insanları merak eden ve izleyip gözleyen bir insan kaçkını, aramıza başka çağlardan düşüvermiş bir yalnızdır. Hayri İrdal’ın kişiliğinde babalarımızdan, bizden ve çocuklarımızdan çizgiler var.
Aslına bakılırsa, Hayri İrdal’ın macerası, psikanaliz kliniği gözlem notlarından çıkarılmış, bir hastanın çevresini ve küçük dünyasını anlatıyor. Bireyi anlatır görünmekle birlikte, genişlemesine toplumcu. Hayri İrdal’ın yaşantıları her adımda çevresini de yansıtarak genişliyor (Hayri İrdal Üzerine Mektup, yayınlanmamış).
Çağımızın bizi de içine sürükleyen gelişmeleri, olgun ve dengeli insanlara has olan, dünya üzerindeki evrimi böylesine yürüyüp gelen sanatı, yavaş yavaş asıl yolundan kaydırıp, deliler ve çocukların eline düşürüyor. Sanat ve düşünce, tümü ile, bizim gibi büyük devrimlerin fırtınası içinde bocalayan memleketlerde, tam ortadan, denk ve şuurlu düşünce yapısından koparak, dejenerenin, sapığın, ruh hastasının ifadesi haline gelen bir yeni yola girdi. A.H. Tanpınar, kitabında bu gelişmeye karşı bir protestoyu, bu gelişmenin unsurlarını kucaklayan yeni ve psikanalizci-çözümleyici bir yoldan ifade etmeye çalışıyor.
Bizim insanımız, bütünü ile aydınlarımız, ruh ve kafaları ile sürekli bir devrim fırtınası ortasında, psiko-sosyal bir değirmenin içinde yaşıyor. Deliliğin çeşitli görüntüleri, ruh sar’aları, baskılar altında giriftleşen meseleler mahşerinde boğuşuyor. Hayri İrdal, son yılların “bunalan kuşakları”nın özleyip ulaşamadıkları bir kişi. Yeni edebiyatımız, bunalan kişinin varlığını sezdi, ama onu Türkiye’nin yaşama gerçeklerine oturtamadığından, batılı yansımaların özentisine saplandı.
Tanpınar’ın çocukluğundan, bütün hayatının akıp gelişinden, böyle bir romana hazırlandığı anlaşılıyor. Bu bakımdan, ayrıntılara varıncaya kadar yazarının hayatını da içine alan, geniş bir tip derlemesinde, çağımızın aydın kişisinin ortalama ifadesi var. Bu Hayri İrdal, dünyasını, yalnız kendine değinen olaylar ve tabiat çevresi ile değil, teptiği ve kabul ettiği veya kendisine yansıyan kişilerle kuruyor.
A. H. Tanpınar, artık eski roman ustalarına ulaşılamayacağını anlamış. Mizaç ve sanat anlayışına uygun yeni bir anlatış aramağa yöneliyor. Bu günün batı romanında da görüldüğü gibi romanı, kişinin yeni evrimini, zaman-çevre-toplum doğrultusu içinde anlatan bir soy kronikaya götürüyor. Aslına bakılırsa, Hayri İrdal’ın kendi çağının kişisi değil, çağının dışarıda bıraktığı “bir eski uç”, bir döküntü olduğunu görüyoruz. Hayri İrdal, geleceği ifade eden bir “yeni insan” değildir. Böyle olması da pek doğru, çünkü gerçekçi roman, ancak evrimini bitirmiş kişileri anlatabiliyor. Bir intibaksız, bütün sinmiş görünüşüne rağmen, bütün saldırılar karşısında, sığınacak ve savunacak yerler ve değerlere sımsıkı yapışan bir kişi. Bu romanda, Hayri İrdal ölçüsünde çağını ifade eden büyük örnek kişiler sırasında olmasa bile, onun dış-gerçek dünyasını kurmada kullanılan birçok insan var: Muvakkit Nuri Efendi bunlardan biri. Bir cami muvakkithânesinde, eski saatlerin tiktakları ortasında, zamanın dışına kurduğu küçük savunma dünyasına kapanmış Nuri Efendi’ye, Hayri İrdal’ın beslediği aşırı saygıda, Mütâreke yıllarının yıkılış mahşeri içinde, Yahya Kemal’in tarih sohbetlerine sığınan genç Ahmet Hamdi’yi hatırlatan birçok unsurlar var.
A. H. Tanpınar’ın, bütün kişileri, “gerçek duvar”ının ötesine geçmek için birer delik bulmuşlar. Bütün devrim Türkiye’si aydınları bu duvarın dibinde henüz düşünüyorlar. Onun kişileri, günlük yaşamanın sillelerine pek aldırmadan, bütün felâketleri tebessümle karşılayarak bir soy mutluluk içinde yaşıyorlar.
Mütâreke yıllarından bu yana, bizim edebiyat, yüksek politika ve parti kadrolarındaki düşünce akımları, üniversite çevresinin kapalı dünyası, derinlemesine bir çözümleme, tatlı bir mizah anlatışı ile bu romanda yer alıyor.
(Cumhuriyet’ten Sonra Hikâye ve Roman, C. III, İstanbul 1965, s. 583-598)