KURUNTUYA DAYANAN ELEŞTİRME
Selahattin Hilav
“Mesuliyetini taşıyacağın fikrin adamı ol!
Onu kendi uzviyetinde bir ağaç gibi yetiştir…”
Huzur, s. 303.
Genel Kuruntular
Yeni Ortam gazetesinde vayımlanan “Tanpınar Üzerine Notlar” adlı yazımda (31 Mart – 9 Nisan 1973), bu yazarımızın çeşitli konulardaki görüşlerini ve romancılığını ele almaya, gözden kaçmış özelliklerini göstermeye çalıştım. Bazı konularda, belirli görüş ve düşüncelere (tarih ve toplum alanında maddeci düşünceye) “yaklaştığını”, romanlarında belli birtakım tutumlar benimsediğini ve eğilimler gösterdiğini (eleştirme, mizah) ileri sürdüm. Ayrıca, yazarın dünyasında bir tutarsızlık (tarih ve toplum alanında maddeci görüşe “yaklaşma”, ama varlık felsefesinde natüralist bir panteizm; sanat ve estetikte, rüya, kaçış ve mazmunculuk’un yanı sıra eleştirme ve mizah) olduğunu söyledim. Bütün tutarsızlığına (herkesten tutarlılık bekleyemeyiz) rağmen, derin, geniş ve sindirilmiş kültürüyle, ülkemizin çeşitli sorularına, özel şartlarımızı göz önünde tutarak olumlu çözüm yolları getirmeye çalıştığına, resmî ideolojiden ve kalıp düşüncelerden sıyrıldığına ve çok başarılı bir romancı olduğuna inandığım Tanpınar’ın bu özelliklerini, nesnel bir inceleme ve eleştirmeyle göstermeye çalıştım. Tanpınar’ın “toplumcu” ya da “solcu” olduğunu söylemedim. Tam tersine, “bilimsel bir görüşe ulaştığı söylenemez” dedim (Notlar, Sınıf Sorunu I). Hem de apaçık bir biçimde:
Oysa Hilmi Yavuz, A Dergisi‘nde (Mayıs, Haziran 1973) ve Milliyet Gazetesi’nin Sanat Dergisi’nde (18 Mayıs 1973), Tanpınar’ı “toplumcu” (herhalde “sosyalist” demek istiyor) ve “solcu” bir yazar olarak gördüğümü ve gösterdiğimi yazdı. “Tanpınar Üzerine Notlar”a göz atan herhangi bir okur, yazarın “toplumculuğundan” ya da “solculuğundan” söz etmediğimi, eserlerindeki çeşitli ve kimi zaman uyuşmayan yanları ortaya koyarak, görmezlikten gelinen olumlu düşüncelerini belirterek ve hepsinin hakkını vermeye çalışarak Tanpınar’ı yerine oturtmaya ve değerlendirmeye yöneldiğimi görecektir. Aslında okur, sadece H. Yavuz’un yazılarından bile, benim böyle bir şey söylemediğimi anlayabilir. H. Yavuz, benim tezlerimden söz ederken, iddialarının doğruluğunu gösterecek alıntılar yapamıyor. Tanpınar’ın “toplumcu” ve “solcu” olduğunu söylediğim bir tek cümle veremiyor. Var olmayan bir şeyi nasıl versin! Ayrıca A Dergisi’ndeki ilk yazısında benim açıklamalarımdan söz ederken şöyle diyor: “Tanpınar’ın (…) belirli bir dünya görüşüne yaklaştığı öne sürülüyor. Tanpınar’a yapıştırılmak (herhalde “yakıştırılmak” olacak; çünkü ‘dünya görüşü yapıştırmak’ sözünü hiç duymadım) istenen bu dünya görüşü, toplumculuktur.” Bir insan, nasıl olur da hem bir dünya görüşüne yaklaşır hem de o dünya görüşüyle nitelenen bir insan olur? Başka bir deyişle, Tanpınar, benim gözümde gerçekten toplumcu olsaydı, yaklaşmış değil, “ulaşmış” derdim. Oysa ben, ulaşmış demiyorum, “yaklaşmış” diyorum. Demek ki, Tanpınar’ı toplumcu olarak görmüyorum. Sanat Dergisi’ndeki yazısında da H. Yavuz, Tanpınar için, “üstyapıyla ilgili kültür ikiliği sorunlarının altında maddî şartların ve üretimin yattığını sezen bir toplumcu yazar olduğunu söylediğimi ileri sürüyor. Toplumculuğun temel ilkesi olan bir görüşü sezmekle kalan kimse nasıl toplumcu olur? Gerçekten toplumcuysa, sezmekle yetinmiş olabilir mi? Ben, bizde örneğine çok rastlanmasına rağmen, “sezgici toplumcu” kavramının bir mantıkî çelişme olduğunu sanıyorum. Bütün bunlar, H. Yavuz’un benim yazımda bulunmayan bir iddiayı varsayarak ve benim ileri sürdüğüm bir tezi değil, kendi kafasındaki bir kuruntuyu gerçekmiş gibi kabul ederek eleştirmelere giriştiğini daha ilk adımda açıkça gösteriyor.
Ayrıca, H. Yavuz, sözünü ettiğim yazılarında, Tanpınar’ın Huzur adlı romanını incelediğini söylüyor. “Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanının yeni basımı dolayısıyla yayımlanan bir inceleme yazısı” diyor (A Dergisi, Mayıs 1973). Sanat Dergisi’ndeki yazısında da, “Tanpınar Üzerine Notlar”ı sadece bu romanla ilgili bir yazıymış gibi gösteriyor. Oysa yazımın başlığından, muhtevasından ve bir notta yaptığım açıklamadan, sadece Huzur’u değil, Tanpınar’ın başka eserlerini de incelemeye çalıştığımı anlamak pek güç olmasa gerek. H. Yavuz, bu apaçık gerçeği yine kendi istediği gibi görmüş, yine bir kuruntuya kapılmış. H. Yavuz’un bu genel kuruntularından sonra, özel birtakım konulardaki yanılgılarını ve kuruntularını aşağıdaki bölümlerde açıklayacağım. [1]
H. Yavuz, benim, “Althusser tarafından yeniden formüllendirilen bir yapısal ikiliğe, ‘ideoloji/bilim’ ikiliğine” dayandığımı söylüyor (A Dergisi, Mayıs 1973). Beni, Althusser’ci yapmasına, sevinmem mi, üzülmem mi gerektiğini kestiremedim. Ama şunu açıkça söylemeliyim: Ben Althusser’in görüşüne dayanmadım. Bu görüş yani ideoloji/bilim ikiliği bilimsel maddeci düşüncenin temel ilkelerinden biridir ve yıllarca önce dilimize çevirdiğim Alman İdeolojisi’nde açıklanmıştır. Bu konuya özel yorumlarını getirmiş olan Althusser’e başvurmam gerekmiyordu. Çünkü maddeci bilimsel felsefenin çok daha sağlam olan kaynakları yetiyordu bana. Üstelik Althusser’in “yapısalcı” yorumu bana uygun düşmüyordu. (Benim, sözü geçen kaynaklara dayanarak ve toplumumuzdaki egemen ideolojiyi de örnek alarak yaptığım tanım ve açıklama “Notlar”ın birinci bölümündedir.) Bu konuları aydınlatmak için, okura Althusser’in felsefesi hakkında bilgi vermem gerekiyor. H. Yavuz, Althusser’in “ideoloji’ anlayışını açıklarken bir alıntı yapmış. Ama, bilmem neden, alıntının kaynağını belirtmemiş. Oysa, kaynak göstermek, bilimsel araştırmanın temel kurallarından biridir. Kaynağı ben söyleyeyim: “Pour Marx, s. 238, François Maspero, Paris 1969″, İngilizce çeviri, “For Marx, s. 231, Ailen Lane, The Penguin Press, 1971″. Yazık ki, bizde adı duyulduğu halde felsefesi hakkında pek az şey bilinen Althusser’i ortaya atan ve beni de Althusser’ci yapan H. Yavuz, bu bir tek cümleyi hem eksik almış hem de yanlış çevirmiş. Şöyle diyor Althusser: “II suffit de savoir très schématiquement qu’une ideologié est un systéme (possdéant sa logique et sa rigeur propres) de représentations (images, mythes, idées ou concepts selon les cas) doué d’une existence et d’un röle historiques au sein d’une société donnée.” H. Yavuz bu tek cümlenin içindeki ilk sekiz kelimeyi, birinci parantez içindeki kelimeleri ve “d’un rôle historiques” sözünü atlamış. Hiç olmazsa üç nokta koyarak belirtmeliydi. Ayrıca, atladığı son iki kelime grubu, Althusser’in tanımını oluşturan sözler. Bunlar atlanınca ve üstelik yanlış da yapılınca, Althusser’in tanımı verilmemiş oluyor. Hilmi Yavuz’un çevirisi şöyle: ideoloji, “bir toplumda yaşayan imajlar, mitoslar, idealar ya da (yerine göre) kavramlardan oluşan bir tasarımlar (représentations) sistemidir.” H. Yavuz, çevirisindeki “yaşayan” sıfatıyla, imajları, mitosları, kavramları belirlemiş; oysa Althusser’in metninde bu sıfat, sistemi belirliyor. Üstelik “yaşayan” sıfatı da tamamen yanlış. Althussser, “doué d’une existence et d’un role historiques” diyor. Yani, “tarihî bir varoluşa ve role ‘sahip’; “tarihî bir varoluşla ve rolle ‘donatılmış’ ya da ‘donanmış’; tarihî bir varoluş ve rol ‘edinmiş’ ” demek istiyor. “Yaşayan”la hiç bir ilişkisi yok. İngilizce çeviride de, bu anlamlara gelen “endowed” kelimesi kullanılmış. Atlanmış bölümlerle, yerli yersiz konmuş parantezlerle ve belirttiğim yanlışlarla, bu çeviri, Althusser’in ideoloji tanımının çevirisi olmaktan çıkıyor. Bu cümle şöyle çevrilebilir: “… ideoloji, belli bir toplumda tarihî bir varoluş ve rolle donatılan ve tasarımlardan (yerine göre, imajlar, mitoslar, fikirler ya da kavramlar) oluşan bir sistemdir (bu sistemin, kendine özgü bir mantığı ve katılığı vardır)”. “Notlar”ın birinci bölümünde yaptığım açıklamada, ideolojinin, dünya ve toplum hakkında, kişiyi yanıltıya düşüren, gerçeği çarpıtan, bütün bilim-dışı görüş ve düşüncelerin tümü olduğunu söyledim; örnekler verdim. Tanpınar’ın bizdeki özel ideolojiden koptuğunu, bilimsel bazı düşüncelere “yaklaştığını” söyledim. H. Yavuz “resmî ideolojiyi aşmak (dépassement) Althusser’in kullandığı anlamda “bilim, düşüncesine geçmeyi içermez diyor.” Daha önce de belirttiğim gibi ben, “Notlar”da Tanpınar’ın, bilim düşüncesine geçtiğinin söylenemeyeceğini açıkça yazdım. Bundan ötürü H. Yavuz’un bu iddiası üzerinde durmuyorum. Burada önemli olan nokta, H. Yavuz’un, Althusser’deki ideoloji/bilim ayrılığı görüşü ile benim Tanpınar’daki resmî ideolojiden kopma ve bilimsel düşünceye yaklaşma tezlerim arasında bir paralellik kurması ve her şeyi birbirine karıştırmasıdır. Althusser, marksizme, yapısalcı (structuraliste) bir yorum getirmiş hattâ marksizmin bir yapısalcılık olduğunu ileri sürmüş bir filozoftur. Tezleri üzerinde, hem marksist çevrelerde hem de bu çevrelerin dışında çok tartışıldı. Bilindiği gibi, günümüzde, çeşitli bilim dallarında bir metot olarak büyük etki gösteren yapısalcılık, incelenen herhangi bir gerçeğin, her şeyden önce içinde bulunduğu bütün, çerçeve ya da yapı açısından ele alınmasını ve ancak böyle davranılırsa anlaşılabileceğini ve açıklanabileceğini ileri sürer. Başka bir deyişle, yapısalcılık için, herhangi bir gerçeğin ortaya çıkış ve kayboluşundan yani oluş ve tarihten çok, bu gerçeğin içinde bulunduğu bütün, kapalı sistem, çerçeve ve yapı önemlidir. Okur, hegelci ya da marksist diyalektiğin bütünsellik (totalite) kavramı ile bu görüş arasında bir yakınlık olduğunu sezecektir. Şüphesiz ki, bir gerçeğin incelenip açıklanmasında, bu gerçeğin içinde bulunduğu bütünü, çeşitli etki ve tepkileri mümkün olduğu kadar geniş ve ayrıntılı bir biçimde ele almak, diyalektik mantığın da en temel ilkelerinden biridir. Ama diyalektik mantık, bir gerçeği ortaya çıkaran, oluşturan ve ortadan kaldıran kuvvetleri, başka bir deyişle bu gerçeğin aşılmasını, belli yanlarıyla ve nitelik değişimine uğrayarak daha yüksek bir düzeyde, yeniden ortaya çıkmasını da göz önünde tutar. Bu da, diyalektiğin en temel ilkelerinden biridir, yani değişme ve oluş ilkesidir. Yapısalcılıkla maddeci diyalektik arasındaki temel fark, birinci görüşün oluş, tarihîlik ve aşma ilkesine önem vermeyişidir.
Şimdi, yapısalcı görüşü, fikir ve bilim tarihine uygularsak nasıl bir sonucun ortaya çıkacağını kavramaya çalışalım. Şüphesiz ki, böyle bir görüş, fikir ve bilim tarihindeki büyük ilerlemeleri ve aşamaları; birikimler, değişmeler, niteliksel gelişmeler ve “aşmalar” olarak görmeyecek, sadece kopuşlar, kesintiler, ilintisiz kademe oluşmaları, birbiriyle ilişkisi olmayan bütünler, çerçeveler ve yapılar olarak görecektir. Böylece, bilimin, bilim-öncesi kavramlar ve atıflar (referanslar) çerçevesinden yani ideolojik fikirlerden kesin bir kopuş ve sıçrama sonunda ortaya çıktığını söyleyecektir. Bu bütün bilimlerde olduğu gibi tarih, sosyoloji ya da ekonomi biliminde de böyledir. İşte Althusser, bu yapısalcı görüşü, maddeci diyalektikle kaynaştırmaya çalışmış ve araştırma metodunu her şeyden önce, tarih ve ekonomi alanında bilimsel devrimi gerçekleştirdiğini düşündüğü Marx’a uygulamış; onun fikrî gelişmesini bu açıdan açıklamaya çalışmış ve hegelcilikten ne zaman ve ne tarzda kesin olarak koptuğunu ortaya koymak istemiştir. Bachelard’m ortaya attığı, Canguilem ve Foucault’nun kullandığı “coupure epistémologique” (“epistemolojik”, yani bilgiye ilişkin “kesiklik”) deyimini de bilimsel bilginin ortaya çıkışındaki bu kopuşu belirtmek için kullanmıştır (Bk Pour Marx. Aujourd’hui I, II, s. 41,168,189,196,255). H. Yavuz’un bilimsel düşünceyi benimseyen herkeste mutlaka gerçekleştiğini ve bundan ötürü açıklanıp ortaya konması gerektiğini sandığı “epistemolojik kesiklik” kavramı, işte budur. Althusser, Marx ile hegelci düşünce ve klasik ekonomi arasında böyle bir kopuş olduğunu Marx’ın bu “epistemolojik kesinti”yi gerçekleştirerek, yani genellikle kabul edilmiş tezin tersine Hegel’den hiç bir şey almayarak (bu iddia, Marx’ın söylediklerine aykırı düşer) tarih ve ekonomi bilimini kurduğunu söyler. H. Yavuz, bilimsel düşünceye ulaşmış bir kimse olarak gördüğümü sandığı Tanpınar’da da bu “epistemolojik kesinti”yi göstermem gerektiğini ileri sürüyor. Okur, yukardaki açıklamalardan sonra, bu iddianın gülünçlüğünü hemen kavrayacaktır. Çünkü, burada söz konusu olan şey bilgilerin genel gelişimi ile ilgili bir teoridir. Bir bilimin nasıl oluştuğunu ve temel özelliklerini açıklama amacını güder. Tarih ve ekonomi bilimini yaratmadığına göre (yoksa H. Yavuz benim böyle düşündüğümü sandı da yazmadı mı!) Tanpınar’ın “epistemoloji kesintiden geçtiğini açıklamam garip olmaz mı? Bilim düşüncesi ya da herhangi bir bilim, bir kere oluştuktan sonra, herhangi bir kimsenin bu düşünceyi ya da bilimi benimsememesi bir kültür, eğitim ve pedagoji sorunudur. Oysa yukarıda sözü geçen “epistemolojik kesinti” kavramı, bilimsel düşüncenin ve bilimlerin ortaya çıkışını açıklamak için kullanılan işlevsel (yani, olguları bilimsel bir biçimde açıklamamıza yarayan) ve metoda ilişkin olan bir kavramdır; felsefe, sosyoloji ya da tarih araştırmalarında kullanılır, ikisini birbirine karıştırmamak gerekir.
Aşma Kavramı ve Althusser’in Eleştirilmesi
H. Yavuz, benim üzerinde önemle durduğum “aşma” (Aufhebung) kavramının “ideolojik” yani bilim düşüncesine aykırı bir kavram olduğunu söylüyor. Bu ileri-sürüş, sözün nereden geldiğini bilmeyen ama maddeci felsefeyle yakınlığı olan okuru şaşırtacaktır. Çünkü, böyle bir okur, “Aşma” teriminin, diyalektikteki “olumsuzlamanın olumsuzlanması” ve “sentez” kavramlarının başka bir adı olduğunu bilir. Maddeci diyalektiğin en temel ilkelerinden biri olduğunu da öğrenmiştir (Materyalist Felsefe Sözlüğü, s. 39, Sosyal Yayınlar; S. Hilav, Felsefe El Kitabı, s. 139, Gerçek Yayınları). H. Yavuz, acaba birdenbire, aşma kavramının ideolojik bir kavram olduğunu niçin ileri sürüyor? Açıklayayım: H. Yavuz, beni Althusser’ci yaptıktan sonra, kendi de Althusser’ci olmuş. “Epistemolojik kesiklik” kavramını hiç eleştirmeden ya da eleştiremeden alıp benimsiyor. Sonra, yine hiç eleştirmeden Althusser’in aşma konusundaki görüşünü de kabulleniyor. (Oysa H. Yavuz “hümanizma” üzerinde birçok yazı yazmıştı. Acaba o zaman Althusser’ci değil miydi? Bu filozofun, “hümanizma”yı ideolojik bir kavram olarak red ettiğini biliyor muydu? Doğrusu, işin içinden çıkmak zor!) Althusser’in bu “aşma” görüşü çok ünlüdür; üzerinde tartışılmıştır. Tartışma, özellikle marksistler, marksgiller (marxien) ve marksologlar arasında çıkmıştır (Bk. Le Centenaire du “Capital” de Lucien Goldmann’ın Ideologie et Marxisme adlı incelemesi; Jean Lojkine; Pour une Theorie Marxiste des Ideologies”, Centre D’Etude et de Recherche Marxiste). H. Yavuz biraz dikkatli olsaydı, “aşma” kavramını, Althusser’deki çok özel ve tartışmalı haliyle, olduğu gibi alıp, mutlak bir hakikatmişçesine ileri sürmezdi. Goldmann, sözünü ettiğim incelemesinde, Althusser’in yapısalcılığını eleştirirken bu kavram üzerinde de durur. Goldmann’a göre, Althusser’in yapısalcılığı, marksizme “sokulmuş” dört ideolojik unsurdan sonuncusu ve en önemlisidir. Niçin ideolojik bir unsurdur? Çünkü, Althusser, “yapı”, “çerçeve” ya da “bütün” kavramını, gereğinden fazla abartmakta, herhangi bir olayın ya da gerçeğin, sadece içinde ortaya çıktığı “bütün” (yapı) açısından ele alınmasına yönelmekte; bu olay ya da gerçeğin bir tez-antitez ve sentez süreci içinde ortaya çıkmış olmasını, yani oluş, değişme ve tarih boyutunu bir yana itmekte, bundan ötürü “pozitivizme” (yani yüzeyde kalan bir bilim anlayışına) düşmek tehlikesiyle karşılaşmaktadır) (Ideologie et Marxisme, s. 300). Yapısalcılığın ancak oluş ve tarih boyutu da hesaba katılarak yararlı bir araştırma metodu olacağını söyleyen ve çalışmalarında bunu gösteren Goldmann, kendi görüşüne, bundan ötürü, “jenetik yapısalcılık” adını verir. Gerçekten de, Althusser’in yapısalcılığının öteki kavramları gibi, “aşma” kavramı da, maddeci diyalektiğin kaynağındaki görüşe hayli ters düşer. Ne var ki, Althusser’in, bu şaşırtıcı tezleri ileri sürerken, gerçek bir bilim adamına yakışan ciddi ve ihtiyatlı bir tavırla, vardığı sonuçların mutlak hakikatler olmadığını ve daha sonra düzeltilebileceğini ileri sürdüğünü (For Marx, s. 9) belirtmek isterim. H. Yavuz, Althusser’ci olduğu halde, Althusser’in gösterdiği bu ihtiyatı benimsemek gereğini duymamış. Öte yandan J. Lojkine de, Althusser’in “kesinti”, “kopma” ve “sistem” kavramlarının mekanist ve idealist kavramlar olduğunu, diyalektiğe aykırı bir görüşü dile getirdiklerini ileri sürer (adı geçen inceleme).
Buraya kadar, H. Yavuz’un benim yazım konusunda düştüğü genel kuruntuları ve belli birtakım felsefi sorunlardaki yanılgılarını açıkladım. Bu tür daha başka yanılgılar da var. Ama onları ikinci yazımda ele alacağım ve burada, son olarak, H. Yavuz’un, Tanpınar’ı geçmiş özlemi çeken, felsefe açısından idealizmi benimsemiş bir kimse olarak göstermek isterken ne gibi yollara başvurduğunu açıklayacağım.
Hilmi Yavuz ve Mehmet Kaplan
H. Yavuz, Tanpınar’ın görüşlerinin sadece “bir yanı” üzerinde duruyor; alıntılarında onları kullanıyor, onları değerlendiriyor. Nitekim, Huzur‘un başlıca kahramanlarından “İhsan”ın belli birtakım sözlerini seçip kullandığı halde, “ilk bakışta” onlara ters düşer gibi görünen başka sözlerini atlayıp geçiyor. Huzur’daki İhsan’ı, Tanpınar’ın etkilendiği bir kişiliğin sembolü olarak görmek yanlış olmaz. Başka bir deyişle İhsan, Tanpınar’ın belli bir açıdan ve belli bir ölçüye kadar etkilendiği Yahya Kemal’i bir bakıma temsil eder. Ama Huzur‘da Mümtaz da var. Ve Mümtaz, Tanpınar’ın kendisidir. Ne var ki, H. Yavuz, birinci yazısında, Mümtaz’dan pek az alıntı yapıyor. İhsan’a uyguladığı metodu ona da uyguluyor. Yani Mümtaz’ın söylediklerinden, sadece işine gelenleri alıyor. Oysa, “Tanpınar Üzerine Notlar”da gösterdiğim gibi, hem Mümtaz hem de İhsan, geçmişteki olumlu yanları arayan, ama geçmişle yetinmeyen, geçmişin olumsuzlanmasını ve aşılmasını isteyen, gerçek bir kültür hayatının başka türlü kurulamayacağını düşünen kimselerdir. Okur, “Notlar”da, bu ileri-sürüşü belgeleyen birçok alıntı bulacaktır. Birkaç örnek daha veriyorum: İhsan, H. Yavuz’un ileri sürdüğü gibi, Yahya Kemal aracılığıyla Maurras ve Barrés’ten aktarılmış bir kalkınma modelini yani lonca ideali’ni savunmuyor: “Halbuki Türkiye yalnız bir şey olmalıdır; o da Türkiye. Bu ancak kendi şiarları içinde yürümesiyle kabildir.” (H. s. 224). Üstelik bu sorun, kesin cevabı olmayan, kendi şartlarımızın bilinmesi yoluyla çözüme ulaştırılabilecek bir sorundur: “Aileyi, evi, şehri ve köyü tekrar kuracağız. (Bunların hepsi, H. Yavuz’un Tanpınar’a atfettiği lonca ideali üzerinde herhalde kurulamaz!- S.H.) (…) Yavaş yavaş cihan piyasasına çıkmaya başlayacağız. (Lonca ideali’yle mi?! S.H.) (…) Bunları yaparken insanı da yapmış olacağız. Şimdiye kadar insanla yapıcı olarak meşgul olmadık, bir yığın inkılâbın peşinde idik (Tanpınar, köke inmeyen biçimsel devrimleri eleştiriyor.- S.H.) Bu bina (yani Türkiye’nin yeni ekonomik-sosyal-kültürel düzeni.-S.H.) ne olacak? Yeni Türk insanının ölçülerini kim biliyor? (Tanpınar’ın eskiye dayanarak yeniye yönelme düşüncesi, yani “aşma” görüşü ve büyük yazar Kemal Tahir’le ortak olan bir yanı,- S.H.) “Yalnız bir şeyi biliyoruz. O da birtakım köklere dayanmak zarureti.” (H. s. 226/227). Özellikle son iki cümleye okurun dikkatini çekmek isterim. İhsan, H. Yavuz’un ileri sürdüğü gibi hazır çözümler getirmiyor. İhsan, geçmişteki bir düzenin, bir idealin Türk toplumu için bir örnek olmayacağını; geriye dönmenin imkânsızlığını ve Türkiye’nin yaratılması gerektiğini, bir soruya verdiği cevapta, kesin olarak ve bir kere daha açıklar: “-Peki nedir bu Türkiye? İhsan içini çekti: -İşte mesele burada. Onu bulmakta…”(H. s. 231). Tanpınar, Huzur‘un 222-227. sayfalarında, İhsan’ın ağzından, Osmanlı İmparatorluğu’nun eski ekonomik şartlarının köklü bir değişikliğe uğratılması, toprağın geniş anlamda ekonomi hayatına girmesi, planlı çalışma ve üretim siyasetine yönelmek, toprağı ve insanı ekonomik ve sosyal hayata açmak, iç piyasayı genişletmek, iç mübadeleyi arttırmak gerektiğini apaçık bir biçimde dile getirir. Bütün bunlar, bir “lonca ideali”nin karşıtı olan, onunla uzlaşmayan görüş ve eğilimlerdir. Yukarda belirttiğim gibi, bu tür başka örnekler “Notlar” da ve Tanpınar’ın öteki eserlerinde bol bol bulunur. Burada sadece İhsan’ın söylediklerinin üzerinde durmam rastlantı değildir. Böylece, Tanpınar’ın öteki eserlerine pek rağbet etmeyen ve kendi görüşlerine uygun düşünceler ileri sürdüğünü sanarak İhsan’ın üzerinde duran H. Yavuz’un Tanpınar konusunda yaptığı açıklama ve yorumların, İhsan açısından bile doğru olmadığını göstermiş oluyorum. Aslında, “Notlar”da görüleceği gibi, Tanpınar, Yahya Kemal’in her açıdan ve tüm olarak etkisinde kalamayacak kadar zengin, derin ve sindirilmiş bir düşünce dünyasına sahiptir. Eserleri tüm olarak incelenirse, Tanpınar’ın düşünce dünyasının Yahya Kemal’e de, Huzur’da onun temsilcisi olarak kabul edebileceğimiz İhsan’a da, tüm olarak indirgenemeyeceği açıkça görülür. H. Yavuz, Tanpınar’ın Yahya Kemal’e bağlı olduğunu, bundan ötürü geçmiş özlemi çeken, idealini geçmişte bulan bir yazar olduğunu sanıyor; gericidir demeye getiriyor. Oysa Tanpınar, Yahya Kemal’e de kendi özel açısından bakar ve şu şaşırtıcı yorumu yapar: “Yahya Kemal geçmişin özlemini değil, tam tersine yarının özlemini duyan bir şairdir.” (Makaleler, s. 560). Bu görüşün doğru olup olmadığı üzerinde tartışılabilir. Burada bizi ilgilendiren nokta, Tanpınar’ın ünlü şair hakkında alışılmadık bir yorum getirmesi, bu yorumu benimsemesi, ona bu açıdan bakması; ondan, bu bakımdan etkilenmesidir. Bu tutum, Tanpınar’ın, “Notlar” da açıkladığım “aşıcı” görüşüne uygundur ve Yahya Kemal’den belli bir yönde, belli bir ölçüde ve kendi görüşleri bakımından etkilendiğini gösterir. Öyleyse, H. Yavuz’un yaptığı gibi, İhsan’ın düşüncelerindeki bir tek yanı ele alarak (yani soyutlayarak) işe başlamak, böylece Yahya Kemal’le ilinti kurmak, Tanpınar’ın kendi söyledikleri varken, Yahya Kemal hakkında yazdığı kitapta, şairin düşüncelerini, Tanpınar’ın öz düşünceleri gibi göstermek, daha sonra bu yoldan, Maurras’la, Barrés’le ilişki kurmak, bu yazarların görüşlerini uzun uzadıya anlatmak, bunları gerekli belgelemelerle yani Tanpınar’ın eserlerinden yapılacak nesnel alıntılarla desteklemeden Tanpınar’ın düşünceleriymiş gibi göstermeye kalkmak, giderek Sabri Ülgener’e ve Mehmet Kaplan’a başvurmak bilimsel temelden yoksun, beyhude ve yanlış açıklamalardır. Yukarda, H. Yavuz’un, İhsan’ın sözlerinden alıntılar yaparken düşüncelerinin sadece belli bir yanını yani kendi işine yarayacak yanı seçtiğini ve dolayısıyla Tanpınar’ın düşünce dünyasını sakatladığını söyledim. Belli ki H. Yavuz, Tanpınar’ı bir kere “gerici’ bellemiş. Okuru da buna inandırmaya çalışıyor. “Gerici” olmayan bir kimsenin de mutlaka “toplumcu” olması gerektiğini sanıyor. Benim, Tanpınar’ı “toplumcu” ve “solcu” bir yazar olarak kabul ettiğimi (oysa ben böyle bir şey söylemedim) sanmasının kaynağındaki kuruntu, en iyi ihtimalle, bu “hep ya da hiç”çi; “evet ya da hayır”cı metafizik ve mekanist düşünme alışkanlığıdır. Oysa, varlıklar, olaylar, fikirler ve kişiler, sadece, “ak ya da kara”, sadece “şu ya da bu” değillerdir. Var olan her şey, derecelenmeleri, yeninin ve eskinin karışımını, olumsuzun ve olumlunun çatışmasını, karşıtlığı ve çelişmeyi kapsayan karmaşık bir gerçektir. En basit gerçeklerde olduğu gibi en basit düşüncelerde ve eserlerde de bu karmaşıklığı görürüz. Önemli olan nokta, çatışan unsurların, olumlu ve olumsuz yanların, derecelenmelerin ve karşıtlıkların ne ölçüde var olduğunu ortaya koymak ve açıklamaktır. Her gerçek (fizik, ekonomik, tarihî, sosyal ya da artistik) ancak bu karmaşıklığı göz önünde tutan diyalektik bir görüşle incelenebilir, yerine oturtulabilir ve değerlendirilebilir. Bir gerçeğe (burada söz konusu olan Tanpınar’ın düşünce ve sanatıdır) önyargıyla yaklaşır, onu daha önceden hazırlanmış bir kalıba sokmaya kalkar; tüm karmaşıklığı içinde değil de sadece görüşümüzü destekleyen yanları açısından ele alırsak, incelediğimiz konuya karşı hem haksızlık etmiş, hem yanılmış, hem de başkalarını yanıltmış oluruz. Bundan ötürü, yukarda sözünü ettiğim metafizik ve mekanist tutumu, H. Yavuz gibi, ilericilik (burada altını çizerek belirttiğim ve yazılarımda açıklamaya çalıştığım “ilericilik”, bilimsel düşünceyle hiçbir ilgisi olmayan ve bizde Cumhuriyet devri ideolojisi içinde yuvalanan, kendini “ilerici” sanan; yani sadece öznel bir nitelik taşıyan, ama nesnel olarak hâkim sınıf ve zümrelerin işine yarayan soyut, biçimci ve; halka-karşıt “ilericilik”tir) adına değil de, bambaşka bir görüşü desteklemek için kullanan Mehmet Kaplan ile H. Yavuz’un aynı düşüncede buluşmasına şaşmamak gerekir. H. Yavuz’un, Tanpınar’la ilgili yazılarında, Kaplan’ın açıklamalarına dayanmasında da şaşılacak bir yan yoktur. Yönler değişik olsa, daha doğrusu değişik sanılsa bile, bu sonuca varmak kaçınılmaz bir şeydir. Ayrıca, Mehmet Kaplan’ın, kendi görüşünün özü gereği, böyle bir metot kullanmasının tabiî olduğunu ve bundan ötürü metodu ile amaçları arasında H. Yavuz’a oranla daha büyük bir tutarlılık (bu, tamamen mantıki ve biçimsel bir tutarlılıktır) bulunduğunu belirtmek isterim. İşin ilgi çeken yanı, özü gereği, gerçeğin ve hakikatin sadece bir bölümünü görebilen ve bundan ötürü yanılgıya düşen “gerici” düşünce ile, özüne aykırı olarak ama farkına varmadan aynı gerçeğin bir başka bölümünü gören ve tümünü kavrayamayan “ilerici” görüş arasında, son kertede, hiçbir farkın olmayışıdır. Ülkemizde, sosyal hayatın her düzeyinde, son iki yüz yıldır sürüp giden kör dövüşü ve tekrarlar bunun apaçık bir kanıtıdır.
(Yeni Dergi, Sayı 106, Temmuz 1973, s. 42-52)
[1] Kitaplar Dergisi’nin birinci sayısında, Konur Ertop’un Ahmed Hamdi üzerine ilgi çekici bir yazısı yer alıyor. Yazar, her zamanki titizliği, sağduyusu ve haktanırlıe;ıyla ele almış Tanpmar’ı. Ama üzerine konan imzasız açıklamada, hiç bir kanıt göstermeden ileri sürülmüş edebiyat dışı suçlamalar ve karaçalmalar var. Üstelik bu yazıda, Konur’un söyledikleriyle çelişen iddialar ileri sürülmüş. Yazarın gözü dünyayı görmüyor. İmzasız yazar, Fethi Naci’yi ve beni kastediyor herhalde; ama açıkça belirtemiyor. Kara satırların yazarı bu konularla uğraşacağına, kendisinin ya da yanındakilerden birinin yazmış olduğu basit bir haberdeki cehalet anıtına dikkat etseydi daha iyi olurdu. Bu derginin beşinci sayfasında, yasaklanan bir kitaptan söz ediliyor. Kitabın adı The Marxian Revolutinary Idea. Şöyle çevrilmiş: Marksist İhtilâl Ülküsü. Önce, “marxian” kelimesi “marksist’ten farklı bir anlam taşır. Marksist demek isteseydi, yazar kitabının adında İngilizce “marxist” kelimesini kullanırdı. “Marxian” kelimesi, Marx’ın metodunu ve öğretisini, alışılagelmiş ve genellikle kabul edilmiş yorumların dışında; kişisel bir biçimde kullanan araştırıcıları, düşünürleri ve bunların ileri sürdüğü görüşleri belirtmek için kullanılır. “Idea” kelimesinin ise “ülkü” ile hiç bir ilişkisi yoktur. “idea”, fikir, düşünce, kavram anlamına gelir. “Ülkü” ise bilindiği gibi “ideal” demek. Üstelik “revolutionary” sıfatı da isim olarak çevrilmiş. Üç kelimede üç yanlış. Kırılması imkânsız bir rekor!