Bir Sayfa Seçin

TANPINAR’DA ZAMAN

Sabahattin Eyuboğlu

Şair Ahmet Hamdi Tanpınar da öldü: O da şimdi bir yaz denizi gibidir. O da şimdi ne içindedir zamanın, ne de büsbütün dışında: Yekpare, geniş bir ânın parçalanmaz akışında.

Dostlarına ne kadar acı da gelse, bir ozanın ölümü gerçekten daha engin bir yaşamaya geçiştir. Japon ozanının bir yaz denizine benzettiği ölüm, aslında Tan­pınar’in “yekpare, geniş bir an”, Oktay Rifat’ın “Birdenbire başlayan gökyüzü” dediği varlık duygusuna hiç de yabancı değildir.

Söz canın tâ kendisi, can da dünyanın bir yankısı olduğuna göre sözün sır­larını kurcalayan ozan, varlığın da sırlarını kurcalamaktadır. Bir insancığın solu­ğu olan şiirin kimi zaman evreni kucaklar gibi olması, düşüncemizin kabukları­nı birden kırıp bizi dünyaya, dünyayı bize yaklaştırıvermesi bundan olsa gerek. Akışına kapılıp gittiğimiz, uzunluğu kısalığıyla kaygılandığımız, saatlere bölüp kendimizce ayarladığımız zamanın göreceliğini, bir âna bin yılın sığabileceğini, sonsuzluğun sonlu, sonlunun sonsuz olabileceğini ozanlar söylemedi mi bize bilginlerden de önce?

Ahmet Hamdi Tanpınar, yaşarken de, yazarken de, duyguyla düşüncenin, düşle gerçeğin tam ortasında bir yerde, zamanın hem içinde hem dışında yaşı­yordu. Bir şeyin bitip bir başka şeyin başlar gibi olduğu kaypak, kıldan ince sı­nırın üstünde, dünle bugün arası alaca karanlıkta duraklıyordu çok zaman. Paris’de İstanbul’u, İstanbul’da, Paris’i, Bâkî’de Valery’yi, Valery’de Bâkî’yi özlemesi, Debussy ile Itrî’yi, Proust’la Evliya Çelebi’yi bile bir arada tadışı bundan­dı belki. Yetiştiği çevrenin ve zamanın da beslediği bu ikilikler Tanpınar’in şiirin­de zaman zaman büyülü bir dengeye kavuşuyor ve Türkçeye umulmadık bir tad kazandırıyordu.

Tanpınar’da şiir bir çeşit tapınmadır: Ama Tanrı’ya, dünya ötesine değil, in­sanın tâ kendisi olan Zaman’a, yaşanan gerçeğe yönelmiş bir tapınma. Varlığın sırları, Tanpınar için, kendi çocuklarını yiyen Kronos’un, Zaman’ın sırlarıdır. Bu sırlaraysa yalnız şiirle değinebilir insan: sözün, dolayısıyla insanın özü olan şi­irle. Yalnız “Zaman Kırıntıları” sözü üstünde durmakla Tanpınar’ın varlığı za­manla bir saydığını görürsünüz. Her kırıntısı bir insanda pırıldayan zaman so­mut bir bütündür, tılsımlı, masmavi bir bütün, billur bir avize, ya da bir yıldız kervanı. Tanpınar sevdiği şehirleri, insanları, bahçeleri hep bu somut zamanın aynasında görür. Şiir, dünyayı bize bu aynada yeniden gösteren bir büyüdür on­ca. Tanpınar romanlarında da az çok bu aynadan seyreder dünyayı. Her anlattı­ğında bir geçmiş zaman tadı olması, yaşadığı günü bir ânın ışığında görmesi bundandır. Proust’u sevmesi, Sartre’ı yadırgaması da bundan. Yeni kelimelere de onun için ısınamadı bir türlü. Bununla beraber Tanpınar’ın şiirinde bir geç­miş zaman özlemi de bulamazsınız. Aradığı şey eski günler, yitirilmiş cennetler değil, bugün yaşadığı ânın zaman yüklü olmasıdır. Bu bakımdan Yahya Ke­mal’den ayrılıp daha çok Ahmet Haşim’le uzlaşır. Bir kuyumcu titizliğiyle silip parlattığı anılarında yakınan, vahlanan bir lirizm değil, bir sır çözme kaygısı, bir alşimist çabası var gibidir. Eski kelimelere bağlılığı da, eski dünyamıza bağlılı­ğından değil, bu kelimeleri birer zaman kırıntısı olarak görmesindendi. Mücev­her, billur, avize gibi kelimeleri birer baba yadigârı değil, Zaman Tanrının sem­bolleri diye, somutlaşmış süreler diye görüyordu sanki. Bu bakımdan Yahya Ke­mal’in eskiye bağlılığıyla Tanpınar’ınki arasında benzerlik yoktur. Geçmiş za­manları özlemek başka, zamanın rengini, kokusunu duymak başka şeydir. Tan­pınar’ın yeni kelimeleri, deyimleri yadırgaması Osmanlı efendiliğinden değil, Zaman ozanlığından geliyordu. Yeni kelimeler onun gözünce zaman dışı, dola­yısıyla şiir dışı gerçekler, yontulmamış taşlar, büyüsüz gereçlerdi. Bu kelimeleri yeni bir insan sıcaklığıyla doldurmak isteyen yeni ozanların çabasına katılmıyor, katılamıyordu. Hiç gerici olmadığı halde dil konusunda devrimcilerden ayrıl­mak zorunda kalıyordu.

Tanpınar için zamanı yaşamak, çağını yaşamak değildi. Gerçi zaman gibi ça­ğının da, çağdaş politika sorunlarının da ne içinde ne de büsbütün dışındaydı, milletvekili olarak büyük Millet Meclisinin, partili olarak Halk Partisinin ne içinde, ne de büsbütün dışındaydı; eşikte durmak genel bir davranış olmuştu onun için; ama kendi çağı da, bütün çağlar da onun “yekpare geniş bir an” de­diği üç boyutlu Zaman varlığı karşısında önemini yitiriyor, insanın özü ve Za­manın aynası saydığı şiirin ülkesine giremiyordu.

Bununla beraber Tanpınar hiçbir eserinde metafizik inançlara sürüklenmiş değildir. Zamanı tanrılaştırmakla, insanı, bir anda evreni duyabilen insanı tanrılaştırıyordu Tanpınar. Çağının görececi (relativiste) düşünüşüne bu yoldan katı­lıyordu, Valery gibi. “Deniz Mezarlığı” şiirinde Valery de zamanı somutlaştırır ve “her an yeniden başlayan deniz”de varlığın tâ kendisini görür. Onun içinde varlıklar zamanın kırıntıları, “rüzgârda uçuşan yaprakları”dır. Tanpınar’ın şiiri çağdaş bir düşünüşün bayrağı değildi, ama varlığın gizleriyle insanın çağdaşça bir alışverişiydi. Evreni Tanrısız düşünmek kolay iş mi? Einstein bile son gün­lerinde duraksadı evrenin tanrısız olduğunu söylemekte. Kimi ozanlarsa, çağı­mızda, varlığın karşısına tanrı sözünü etmeksizin çıkabiliyorlar: Tanpınar bu ozanlardan biridir. Bu ozanlar yarının tanrısız tabiat kavramını hazırlıyorlar. Bu yolun ilk kararlı yolcusu, “Correspondances” (Kaynaşmalar) adlı şiiriyle Baudelaire oldu denebilir. Tanpınar’ın özelliği, varlığı her şeyden çok zamana, zamanı da yalnız insana bağlamasındadır. Çünkü yalnız insan zamanın ne içinde ne de büsbütün dışında olabilir. Büsbütün dışında olan Tanrı’dır, Tanrı ise Tanpınar’ın şiirinde inkâr edilmeksizin nâ-mevcut’tur.

Gönül istiyor ki ozanlar, sanatçılar yapıtlarında vardıkları varlık felsefesini gündelik yaşayışlarında, dostluklarında, politika davranışlarında da göstersin­ler. Çok azı arıyor, ya da bulabiliyor böylesine tutarlı olmanın yolunu. Bakıyor­sunuz, insanla evrenin, dünle bugünün, bugünle yarının ilişkileri üstüne en ba­ğımsız düşüncelere yükselen ozan, toplumla, anası, babası, karısı, kızıyla, eşi dostuyla olan ilişkilerinde en bağımlı, hattâ bazen en aşağılık yollara sapıyor. Tanrıyı şiirinden kovan Baudelaire anasından, Tanrı’ya inanan anasından şarap parası bekliyor; devlete karşı fakir fukara ile birlikte kafa tutan sanatçı, devletin fakir fukaradan topladığı parayı karısının kara borsadan alacağı kürk için isti­yor, verilmezse şiir adına devlete kızıyor. Kuşlar’ı yazan Aristophanes, Mahşer gününü yapan Mikel Angelo, Macbeth’i yazan Shakespeare, Cimri’yi oynayan Moliere, Ölü Canlar’la, Müfettiş’le içinde yaşadığı düzeni temelinden sarsan Gogol en geri kurumların emrine giriyor. Para babalarıyla alay ettiği için halkın sevgilisi olan Şarlo, para babası olup ne yapacağını bilemez oluyor. Bankerlerin dünyasını estetiğiyle birlikte yıktığı için baş tacı edilen Picasso, kimlerin gücüy­le yükseldiğini unutup, bankerlerin bankeri oluyor. Yoksulların âhıyla yükselen hıristiyanlık Vatikan’da kral saraylarına kurulup yoksulluk lâfını edenleri afo­roz ediyor.

Demek istediğim şu: Ozanlardan, sanatçılardan, örneğin Ahmet Hamdi Tanpınar’dan hesap sorarken, daha doğrusu hesap sormazdan önce, ortada kalan, halka sunulmuş olan yapıta başvurmamamız, bu yapıtın açık ya da gizli kapak­lı, bilinçli, bilinçsiz ya da yarı bilinçli bildirisini özetlememiz ve bu bildiriyi dün­yanın ve yurdumuzun insan tarihindeki yerine koymamız gerekir. Ozan şiiriyle başbaşa kaldığı zaman ozandır, sizinle benimle lâf atarken, nutuk çekerken, ders verirken, oy verirken değil. Tanpınar gericilerle işbirliği yapmış değildir, ama gericilerle iş birliği yapmış, yapmakta olan ozanlarımız, hem de iyi ozanlarımız vardır. Ama kötü bir ozan ilerici bir politikaya girmekle nasıl iyi bir ozan ola­mazsa, iyi bir ozan da kötü bir politikaya girmekle kötü ozan olmaz. Bu dedi­ğim, kötü insan iyi ozan olabilir demek değildir. İnancım bunun tam tersidir: Yalnız iyi insan iyi ozan olabilir. Gelgelelim insanların politika alanındaki davranışları her zaman iyilik ya da kötülüklerinin ölçüsü olmuyor. Politikada bizim Necip Fazıl’ınkine bir azıcık benzer bir tutumu olan Gogol, devrimcilere ışık tu­tan bir romancı ve tiyatrocuydu. Onun tam tersine, politikada devrimci olan ve az kalsın gericilerce kurşuna dizdirilecek olan Dostoyevski’nin (Tanpınar’ın sev­gilisi Dostoyevski’nin) romanları devrimci Rusya’da yasak edildi bilmem ne ka­dar zaman. İyi sanatçının gericilerle, kötü sanatçının ilericilerle bilmeyerek işbir­liği ettiği; daha doğrusu aynı politika oyunlarına düştüğü oluyor. Olmasa keş­ke, ama oluyor işte.

Neden mi oluyor böyle? Yirminci yüzyıl kırkıncı yüzyıla göre çok, ama çok geri de ondan. Bizim çağımızda henüz sanatın ve bilimin en ilerisine giden adamla politikada sözünü geçirebilen adam iş birliği yapamıyor. Dünyayı yöne­tenler, dünyanın yetiştirdiği en değerli kafalar ve yürekler değil henüz. Nerde! Çok yerde devlet kendi yetiştirdiği kafaları yiyor bile.

Böylesine tutarsız bir dünyada ozanın sadece şiirinde tutarlı ve kendine sa­dık kalabilmesi büyük başarı sayılır. Tanpınar bu başarıyı olsun sağlayanlardan­dır. Az ozan onun kadar şiire saygılı kalmış, şiire onun kadar cömertçe, karşılık­sız canını, zamanını ve bütün titizliğini koymuştur. O kadar ki Tanpınar’ın ozan olarak bildirisi “Şiire Saygı” diye özetlenebilir. Onca insanın kendini satmama­sı; şiirini satmamasıydı. Onun için şiir bir şeye ulaşmanın aracı değil, ulaşılacak şeyin tâ kendisiydi.

(Yeni Ufuklar, sayı 130, Mart 1963, s. 1-5)