AYDAKİ ADAM
Oğuz Demiralp
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yaşamöyküsü hâlâ yazılmadı ya da yazıldıysa gün ışığına çıkmadı. Tanpınar’ı yere göğe sığdıramayan yazın, aydın ve bilim çevrelerinde bu işin hâlâ neden yapılmamış olduğunu bir okur olarak anlamakta güçlük çekiyorum. Bir okuryazar olarak ise kendimin Tanpınar’ın yaşamöyküsünü yazmaya girişmemiş olmasına kızıyorum. İyi bir yaşamöyküsünün eleştirinin kardeşi olduğu savı aklıma geldikçe bu kızgınlığım daha da artıyor.
Yaşamöykücülüğü çağdaş yazarımızın en önemli eksikliklerinden biri. Eğer Tanpınar gibi büyük yazarlarımıza gerçekten sahip çıkacak isek onların yaşamöykülerini de yazmalıyız. Özellikle Tanpınar için çok anlamlı olur bu. Hem yazar hem de insan olarak yalnız yaşamış bu büyük aydınımızın yalnızlığını ancak yaşamöyküsü gibi kapsamlı çalışmalarla paylaşmaya çalışabiliriz. Onu tanımak artık olanaksız. Ama hiç olmazsa onun hakkında daha geniş, daha derin bir fikir edinebilir.
Kimdir Tanpınar? Her şeyden önce yazdıklarının tümü. Aynı zamanda bitiremeden bıraktıklarının, yapmayı isteyip yapamadıklarının tümü. Altmış bir yaşında, yani oldukça erken ayrılmış bizden. Ölüm haberine gazeteler, dergiler ne kadar yer vermişti acaba? Bütün tarihi, coğrafyasıyla derin bir “ruh macerası” olarak kendi içinde yaşadığı bu toplum onun varlığıyla yokluğu arasındaki ayrımı ne denli duyumsadı? Ölmeden bir yıl önce, “Altmış yaşında kitaplarımın tab’ı için imkân arıyorum” dermiş. Ancak 1970’lerde başladık Tanpınar’ı gerçekten okumaya. O gün bugündür gittikçe artan ama hâlâ sınırlı sayıda yazınsever bu “muhteşem hayalet’i arıyorlar satırların arasında.
Başkalarının Tanpınar üzerine yazmış oldukları da bu arayış için çok önemli elbette. Tanpınar öldükten hemen sonra yazılmış bazı yazılar yer alıyor YKY’nin yayımladığı Hasan-Âli Yücel’e Mektuplar’ın son bölümünde. Hilmi Ziya Ülken, “Bu dermansız bedenin içinde bu son derece canlı ruh…” demiş. Tanpınar’ın gövde bakımından pek göz doldurmadığını başkalarında da okumuştum. Kendisi de gizlemiyor bu durumdan duyduğu hoşnutsuzluğu. On sekiz yaşındayken “ürkek, sinirli, cılız bir çocuk” olduğunu söyler. “Ne olur birkaç parmak uzun olsa idim, ne olur kamburum olmasaydı…” türünde sözler de bu yönde yorumlanabilir. Ne ki, hiç de olağanaltı sayılmayacak gövdesinin Ahmet Hamdi’nin alınyazısını belirleyen asıl etken olduğunu sanmıyorum. İlgi duyduğu bir kıza yakınlaşan kişi hakkında söyledikleri bu bakımdan ilginçtir: “…Herif o kadar çelimsiz ki, önünde durduğumuz tütüncü dükkânının- aynasında uzun müddet ve hiç de mütevazı olmayan bir hazla kendi yüzümü seyrettim…”
Onun ayırıcı özelliği, bana kalırsa, salt koşulların değil büyük ölçüde kendi kendine yoğurduğu ruh ve kafa yapısı olmuş. Ahmet Hamdi “inzivayı sevdiğini” söylüyor, “yalnızlığı değil”. Üstelik, ne denli arkadaş canlısı olduğu hem kendi yazdıklarından hem de onun hakkında yazılanlardan belli. Ahmet Hamdi, bende, ün ve erkten çok dostluğu, bilgiyi, güzelliği doya doya tadacağı dingin bir köşe aramış aydın izlenimi bırakmıştır hep. Gelgelelim, Narmanlı Yurdu’ndaki münzevi yaşamın pek bu anlama gelmediği anlaşılıyor.
Tanpınar’ın parasal sıkıntılarının, özdeksel koşullarından yakınmalarının da hiç bitmediği açık. 1936’da Ahmet Kutsi Tecer’e yazdığı bir mektupta “Yaşadığım hayat bir fecondité’yi hiçbir zaman temin edemez… Bu kadar hayat şartlarının esiri olmak, onların elinden kurtulamamak da bizzat kötü bir talih değil midir?” gibisinden sözler etmiş. Altmış yaşına geldiğinde de bu durumu pek değişmemiş. Onca yetenek ve gizilgücüne karşın parasız ve yalnız bir aydın! Yaş ilerledikçe koşulları daha da ağırlaşır bu durumda olanın. Ancak böyle bir görüntünün karşısında alınacak tutuma özen göstermek gerekir. Hasan-Âli Yücel’e yazdığı bir mektupta, en yakın arkadaşlarından Adalet Cimcoz’un tutumundan yakınır Tanpınar: “Adalet’in yazısı güzel değildi. Şairden, şairin hastalığından böyle bahsedilmez. Kadıncağız yarım sütunu doldurma gayretiyle neredeyse beni cami kapısına bırakılmış piç yapacaktı. Hele o ‘Hamdicikler’… Ne yapalım, böyle olduk.” Çok önemli bir ileti (mesaj) var bu sözlerde. Tanpınar’ı değeri bilinmemiş, harcanmış bir aydın imgesi olarak değil, kültürümüzün, sürekli olarak yararlanabileceğimiz bir gömüsü olarak görmeliyiz. Bir imge olarak medya ve kültür endüstrisinin tüketimine değil, bir kaynak olarak kültürel/sanatsal üretime kazandırmalıyız.
Tanpınar’ın büyük bir gecikmeyle ancak 1970’lerde gündeme gelmesi rastlantı değildi elbette. Altmışların sonunda, yetmişlerin başında bir yanda ATÜTçülük, öbür yanda Kemal Tahir, Türk solu Osmanlı’ya yeni bir gözle bakmaya yönelmişti. Osmanlı’yla olumlu yönden ilgilenmeyi Cumhuriyet’in karşıtı gören kalıplaşmış bakış, daha doğrusu önyargılar Türk solunda özellikle o yıllarda sarsılmaya başladı. Osmanlı’yı yeniden kazanmak gerektiği o yıllarda anlaşılmaya başlamıştı. İşte o zaman Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yapıtlarına da yeni bir gözle bakıldı. Görüldü ki, okunması uzun süredir “milliyetçi/muhafazakâr” kesime bırakılmış Tanpınar aslında modern bir kültür adamıdır. Eskinin değil yeninin, giderek geleceğin adamıdır.
Doğal olarak akla gelen soru: Tanpınar’ın siyasal duruşu, konumu neydi? Bu sorunun açık yanıtı yok. Kırklı yıllarda milletvekilliği yapmış. (Tanpınar’ın Meclis çalışmaları hakkında bir araştırma yapmak çok ilginç olabilir.) Cevat Dursunoğlu’na yazdığı mektuplardan anlaşıldığı kadarıyla milletvekili olmayı gerçekten kendisi istemiş. Ancak Tanpınar’ın bizim anladığımız anlamda siyaset yapmak istemiş olduğunu söylemek güç. “Meb’us olmak istiyorum. Ve benim tarzımda olmak istiyorum” demiş. Nedir bu tarz? Yanıtı daha sonraki bazı satırlarda arayabiliriz: “Zannetmeyin ki hocalıktan şikâyet ediyorum… Şahsî mesaim için imkân ve vakit bırakmıyor. Halbuki tam velûd durumdayım… Mebus olursam daha geniş vakit bulacağım. Daha rahat olacağım. Çünkü vazife mesaim, edebî mesaimden ayrı olacaktır. Diğer taraftan hayatla ve cemiyetle temasım daha geniş olacak. Politika çok hoşuma gidiyor.” Ancak, bu son tümceye karşın, Tanpınar’ın, Azerilerin deyişiyle, politikadan hoşunun gelmediği yıllar sonra yazacağı şu satırlardan belli: “Meb’usluğumda da anladım ki ben yalnız şairim ve şair olabilirim.” Bu sözden, milletvekili olmanın ona yazınla ilgilenmek için beklediği gibi olanak yaratmadığı da anlaşılıyor. Günlük politikanın, Tanpınar’ın ilgi ve yaşama alanı olmadığını kesinleştirebiliriz bu bilgilerin ışığında.
Öte yandan, Tanpınar’ın bir aydın olarak dizgeye, iktidara bakışı, kendine göre bir duruşu var elbette. Bence inanmış bir Cumhuriyetçi olduğu da kesin. “Bana kalırsa Atatürk sistemi hepsinden iyidir” derken kendisini son derece içten buluyorum. “Eski bir Garpçıyım”, “Ben Garp’la başladım işe” derken de doğruyu söylediği inancındayım. Ait olduğu sanılan çevrelerin bugün bile içlerine sindiremedikleri şu ilerici fikri de rahatlıkla savunabiliyor: “Nasıl olur da dünyanın en meşru hakkı olan kendi dilinde dua etmeği bile kendimize yakıştıramıyoruz.” (1953’te Mehmet Kaplan’a yazdığı bir mektuptan.) Hele 1960’ta Paris’ten yazdığı şu tümce ne denli güncel: “… Tek ümidimiz bir Avrupa birliğidir…”
Bu temel tutumlarına karşın Tanpınar’ın, en hafif deyişle, yanlış anlaşılmasının nedenleri arasında Osmanlı dönemine duyduğu ilginin önemli yeri var.
Cumhuriyet’in kurulması bir bakıma ulus-devlet yaratılması ve ulusun biçimlendirilmesi sürecidir. Aydınlar bu süreçte önemli rol oynamışlardır, hem ideolog hem de toplum mühendisi olarak. Aydınları en çok bölen konu ulusun geçmişinin nasıl yeniden inşa edileceği olmuştur. Başat anlayış Osmanlı dönemini geri plana itip büyük ölçüde olumsuzluklarıyla sunarken, A. Hamdi’nin aralarında sayılabileceği bir bölüm aydın Osmanlı’ya sahip çıkılması gerektiğini savunmuşlardır. Elbette bu bölümde yer alan aydınların düşünceleri arasında da büyük ayrımlar olmuştur. Ancak genel olarak bu çizgide görünmek Batılılaşmaya, ilerlemeye karşıymış gibi damgalanmaya, passeisme’le suçlanmaya yetmiştir. Oysa zaman Tanpınar’ı haklı çıkarmıştır.
Elbette aydın sınıfı içindeki bu bölünme Cumhuriyet’ten önce başlamıştı. Tanpınar, “Hasan-Ali Yücel’e Dair Hatıralar ve Düşünceler” denemesinde bu konuda ilginç bilgiler ve değişik bir bakış açısı sunar. “İç âlem mücadelesi” kavramını ortaya atar. “Durkheim’ın Bergson karşısında gerilemesi”nden söz eder. Bugün konuya kişilerden, bazı kişilerin siyasal eğilimlerinden bağımsız olarak bakıldığında Durkheim’ı Bergson karşısında geriletmenin pek de boş bir fikir olmadığı rahatlıkla görülebilir. Tanpınar, Batılılaşmayı katı bir pozitivizm sanan düşünceye karşı olmakta haklı çıkmıştır. “Medeniyet değiştirme”yi giysi değiştirir gibi görmemek Tanpınar’ı geçmişe iktidardaki düşünceden ayrımlı bakmaya itmiştir.
Hiçbir ulus kendi geçmişinden kaçamaz. Kaçmaması da gerekir. Değişmek, o anda saptanan hedeflere göre geçmişi yeniden yaratmakla değil, geçmişle bilinçli bir ilişki kurmakla olur. Geçmişle barışmak ve onu bilinçli bir biçimde içselleştirmek gerekir. Eğer geçmişi işimize geldiği gibi bozarak yeniden yaparsak ya da yadsırsak, Ahmet Hamdi’nin dediği gibi, içimizdeki “devam zinciri” kopar. Bunun da bedeli, biliyoruz ki, ağır olur. Ahmet Hamdi, Türkiye’nin “medeniyet değiştirdiğinin” en çok ayrımına varan Türklerden biriydi. Bunun eski “medeniyetimize” sırt çevirmek anlamına gelmesinin yanlış olduğunu, böyle bir tutumun önümüzü, öngörülerin tersine tıkayabileceğini söylüyordu. Okuyun “Asıl Kaynak” denemesini. Ne denli haklı olduğunu göreceksiniz. Hele söz konusu denemede yer alan şu sözleri, bazı sözcüklerin eskiliğine karşın, ne kadar yeni, ne kadar güncel: “Bizim için asıl olan miras, ne mazidedir, ne de Garp’tadır; önümüzde çözülmemiş bir yumak gibi duran hayatımızdadır. Onu yakaladığımız, onun meseleleri üzerinde durduğumuz, onlarla yoğrulduğumuz, bu meseleleri fikir hayatımızın yol uğrakları gibi değil, temeli olarak kabul ettiğimiz zaman, tarihin ve hususi coğrafyamızın bize yüklediği büyük role erişeceğiz. O zaman ‘devam’ın zinciri tekrar içimizde bağlanacak ve bu çehreyi teşkil eden hayat çerçevesi ile kendimize layık yeri alacağız. Birbirini anlamayan iki âlemin ortasında, bir düğüm noktasında yaşamış olmanın bize yüklediği zahmetler, o zaman gerçek ve ön safta hayatın nimetleriyle ödenecektir.” Tanpınar’ın 1961’de, yeryüzündeki son yılında yazdığı bu satırlar onun ülkesine inancını daha da güzel gösteriyor: “Tarih, Atatürk’le başlayan ve İnönü’yle devam eden devrin hakiki değerini çoktan kaydetmiştir. Tohum toprağa düşmüş, çürümüş ve yeşermiştir. Gelecekteki Türkiye’nin önüne hiçbir kuvvet geçemez.”
Tanpınar’ın geçmişe bakış açısının katkısını aldığı ölçüde güçlenebilecek bir gelecektir bu. Gerçi 1950’lerden sonra Osmanlı bir yönüyle dizgeye alınmıştır. Ama daha çok eli kılıçlı, güçlü, özellikle Batılıları dize getiren Osmanlı’dır bu; akıncıdır, leventtir, cengâverdir… Ahmet Hamdi’nin bizi geçmişe götürmekteki amacı başkadır: “Sadece fütuhatçı bir millet olmadığımızı, bir kültür medeniyeti yarattığımızı en geniş mânada göstermek.” Aradaki ayrım çok önemlidir. Giderek, Yahya Kemal ile Ahmet Hamdi’nin geçmişe bakışlarının arasındaki ayrımdır.
On dokuzuncu yüzyılda yaşadığımız değişimi anlatırken Ahmet Hamdi şu anlamlı ayrıntıyı yakalar: “Gerçekte ise zevk değişikliği ikinci Mahmut’un şahlanmış at üstünde resmini yaptırdığı gün başlar. Çünkü eski merasimde şahlanmış at yoktur, hattâ hareket: yoktur. Sükûn ve sükûnet vardır.” Geçmişimizi kazanacağız diye artık yalnızca ikinci Mahmut ve sonrası değil, bütün Osmanlı tarihi şaha kalkmış ata bindirilmiştir. Özellikle Batı’ya karşı güçlü, üstün, utkun Osmanlı’dır bu. Bizans surları önünde şaha kalkmış atıyla Fatih bu Osmanlı’nın prototipi olur. Aslında yapılan bugün Batı’ya karşı duyulan ezikliği geçmişin fütuhatçı yönünü bugünün içgüdülerine göre yeniden biçimlendirerek dengelemeye çalışmak, açıkçası kendi kendini aldatmaktır. Tanpınar bu yolun yolcusu olmamıştır. O iç insanımızın keşfine çıkmıştır. Aynı zamanda kendini keşfetmiştir. “Ben Garp’la başladım işe” diyen Tanpınar hemen ekler: “Fakat bizim eski şairleri ve eski musikiyi tanımadan evvel kendimi bulamadım. Onların nostaljisini tadınca kendimi kendi içimde daha yerleşmiş buldum.” Ahmet Hamdi’nin anlıksal (entelektüel) serüveni, Türk aydınının kültürel kimlik bunalımını aşması için bir rehber gibidir.
Ulusumuzun Anadolu’daki, Balkanlardaki tarihini bir “ruh macerası” olarak görebilmiş belki de tek düşünürümüz odur. Özellikle kentler üzerine yazdığı denemeleri, romanları, müziğimize, mimarimize, yazınımıza ilişkin düşünceleriyle uygarlığımızdaki üçüncü boyutu, yani derinliği bulgulayan (belki de kuran) odur. Bizdeki en önemli eksiklerden biri tarih duygusudur. Çünkü atalarımızdan kalan kültürde zaman anlayışı değişiktir. Atalarımız için dün, bugün ve yarından oluşan bir ilerleme zaman. Günlerin birbirinin aynı olduğu geniş değişimsiz bir akıştır. Mekândır daha çok. Tanpınar, zaman kavramı üzerine en çok kafa yormuş düşünürümüzdür. Uygarlıklar arasındaki temel bir ayrımın zaman anlayışlarında olduğunu iyi görmüştür. Zaman kavramını hem metafizik hem de tarih katmanlarında irdelemiştir. Saatleri Ayarlama Enstitüsü bu bakımdan çok değerli, düzeyine hâlâ erişilememiş bir romandır. (Tanpınar’ın bu romanını Norbert Elias’ın Zaman Üzerine çalışması ışığında okumak ilginç bir deneme olabilir.) Mahur Beste’nin başkişisi Behçet Bey’in babasının “alaturka ve alafranga zamanı beraberce gösteren pusulası, takvimli büyük cep saati” Tanpınar’ın dört bir yanından kurcaladığı temel bir kültür sorunsalımızın simgesidir. Tanpınar, Bergson’un zaman, süre ve dirimsel atılım kavramlarından yararlanarak bu iki anlayışı birbirine bağlamaya çalışmış, geleceğe doğru giden her anda geçmişimizi bütün boyutlarıyla duyumsayabilmemizi istemiştir. Batı uluslarında var olan bu tarih duygusunun Batılılaşmaya ters düşmediğini, tersine Batılılar gibi olmanın tarih duygusunu gerektirdiğini öğretmeye çalışmıştır.
Kim bilir, belki de bu duyguyu yüceltmesinin ve “devam” fikrinin gereği olarak arı Türkçe akımının güçlü destekçileri arasında adı geçmez. 1940’da yazdığı bir yazıda, Nurullah Ataç’ın Türkçe sevgisinin “biraz daha mutedil olmasını şahsen temenni” eder. Tanpınar’ın eski sözcüklere yatkın olması yapmacık değil en azından. Bugün birçok şair ve yazarımız bayılıyorlar eski sözcükleri kullanmaya. Akıllarınca böylece daha etkili ve renkli bir üslûp yaratıyorlar. Eski sözcükler, yerlerini bulmamış eğreti takılar, sonradan görmelerin takıp takıştırdıkları pahalı süsler gibi duruyor onların metinlerinde. Oysa Tanpınar’ın yazdıklarında bir üslûp ve kültür anlayışı bütünlüğü var. Tanpınar’ın dili ışıl ışıl koca bir kristal avize gibi. Çıkan ışıltılar eskiden kalma antika mücevherlerin parıltısı da değil üstelik. Tanpınar’ın eski sözcüklerinin arasından geleceğin ışığı parlıyor.
Elbette bir sözcük kuyumcusu Tanpınar. Her şeyden önce bir şair çünkü. Ne ki kendi şairliğinden hiçbir zaman hoşnut kalmadığı izlenimini veriyor. Bu ruh halinin oluşmasında Yahya Kemal’in yakın çevresinde olmasının payının büyük olduğu anlaşılıyor. Tecer’e 1939’da yazdığı bir mektupta, Yahya Kemal ile bir akşam birlikteliğini anlatırken şunları söylüyor: “… Nihayet bir yarım saat kadar bizim nesirleri medhetti, sonra ‘şiirden vazgeçin’ dedi. ‘Onu yapmayın, o benimle bitti. Müsaadenizle bendeniz o işi yaptım. Artık yapamazsınız’ diye bir baba nasihati verdi. Vakıa ilk önce kızdım, fakat bilâhare ‘Bülbül’ manzumesi bu söze hak verdi. Şiir Yahya Kemal’le bitmiyor, burası muhakkak, ama ben bu işi pek beceremiyorum.”
Kendine haksızlık ediyor Tanpınar. Oysa A. Muhip Dıranas başka türlü düşünüyor: “… bizde de Garplı şiir anlayışını Hamdi yarattı dense yeridir. Bırakın onu, Yahya Kemal’in kolosal fakat kaba yapılı, arınık fakat yalınkat şiiri yanında Hamdi’nin küçük, ufak, dengeli, kibirsiz fakat mesafeli şiiri, kuytulukta gizlenmiş kadim Yunan harabesi gibi her göze görünmemiş ve fazla aranıp dile getirilmemiştir.” Yahya Kemal gerçekten büyük şair. Türkçenin, Türkçe şiirsel sözün önünü açmış bir şair. Ancak Tanpınar’ın şiirsel girişimi de, Dıranas’ın imlediği gibi, çok önemli. Tanpınar, özellikle Valery’yi örnek alarak, Türkçede evrensel insanı şiirleştirmek, yalnızca Türk değil evrensel okura seslenebilecek bir şiir kurmak istemiş. İnsanın özünü, ona göre şiire şiirsel halini Türkçeye getirmek istemiş. Ne yazık ki, Y. Kemal’in yalnızca şiirinin değil, aynı zamanda şiir anlayışının da gölgesinde kalmış Tanpınar’ın girişimi. Sahnenin Dışındakiler‘de, romanın aynı zamanda başkişisi olan anlatıcının ağzından şöyle bir ayrıntı verilir: “Darülfünun açıldıktan sonra bir gün Edebiyat Fakültesi’ne giderek Yahya Kemal’i dinledim. Yanıbaşında saçları birbirine karışık, gözleri melankoli ile etrafa bakan, zayıf bir çocuk vardı. Bana şair olduğunu, fakat henüz hiçbir şiir yazmadığını büyük bir saffetle söyledi.” Bazı yönetmenlerin kendi filmlerinde şöyle bir görünüp yitivermelerini aklıma getirmiştir bu ayrıntı. Ahmet Hamdi adlı zayıf çocuk çok güzel şiirler yazmıştır. Şiir doludur o çocuk. Romanına, denemelerine, öykülerine taşmıştır şiiri.
Şairanelik değildir bu üslûp. Belirli bir kafa ve ruh yapısının yazıya yansımasıdır. Gerçek bir estettir Ahmet Hamdi. Doğaya da, sanat yapıtlarına da aynı güzellik arayışı, anlayışıyla bakar. Buna karşılık, Yahya Kemal büyük ölçüde hedonisttir. Ahmet Hamdi’nin estetliğini ne Y. Kemal’in ne de yakın çevresinin anlamış olduğu kanısındayım Bugün de estetliği anlamak, kavramak, değil ortalama okur, geniş bir okumuşlar çevresi bakımından da güçtür. Bugün en çok kullandığımız kavramlardan biri “Keyif”. Yok keyifli kitap, yok keyifli müzik, yok keyifli sohbet… Bence “keyif” kavramı, özdeksel sıkıntılarını görece aşmaya yönelmiş bir entelektüeller sınıfının hedonizmini yansıtıyor. Ahmet Hamdi’nin estetliğiyse başka bir şey; dünyaya, üstün sanat adamlarına özgü biçimde bir bakış.
O zayıf çocuk çok güzel romanlar, öyküler de yazmıştır. Romanlarından birinin ilk sayfasına büyük harflerle not düşmüşüm çeyrek yüzyılı aşkın bir süre önce: “Bak! Parmaklarım satırlara karışıyor.” O denli coşkuyla yazarak okumuştum Ahmet Hamdi’nin anlatılarını. Şiirinde evrensel beni, insanın özne olarak özünü, belki de bilincin dünyaya ilk uyandığı anı yakalamaya çalışmış gibidir Ahmet Hamdi. Anlatılarında ise bu özneyi tarih ve coğrafyaya oturtmuş, bir yandan “şahsî masalı”nı örerken, öbür yandan bizim “ruh maceramıza” ve “içâlem mücadelemize” ayna, giderek olumlu anlamda çanak tutmuştur.
Bana kalırsa, Ahmet Hamdi iki yönde daha da geliştirebilirdi anlatı yazarlığını. Birincisi Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ndeki toplumsal hicivdir. Söz konusu roman gösteriyor ki, Ahmet Hamdi kendi kendimizle gırgır geçmeyi en iyi beceren yazarlarımızdan biridir. Öte yandan, kültürümüzün en büyük kusurlarından birinin eleştiri yoksunluğu olduğunu da tartışılmaz biçimde ortaya koyan Ahmet Hamdi’dir. Hiciv yoluyla eleştiri, ciddi görünümlü, asık suratlı entelektüel yaşamımızın en büyük gereksinimleri arasındadır. Ahmet Hamdi bu gereksinimin karşılanmasında daha etkili olabilirdi.
Anlatı yazarı olarak Ahmet Hamdi’nin geliştirmiş olabileceği ikinci yönü ise Abdullah Efendinin Rüyaları’ndaki fantastik çizgiler. E.T.A. Hoffmann’ı anımsatan, giderek çağrıştıran bu öyküdeki çizgiyi Ahmet Hamdi daha da geliştirip sürdürebilirdi.
Tarihimizi, ülkemizi derinlemesine irdeleyen Ahmet Hamdi aynı merak ve coşkuyla Batı’ya da uzanmak, açılmak istemiştir. A.K. Tecer’e 1936’da yazdığı bir mektupta, “Bu Avrupa meselesi üzerinde biraz düşün ve harekete geç” der. “Düşün bir kere o kadar iyi olacak ki dolaşmak, bir kör rüyası gibi sadece vehim halinde tanıdığım şeyleri yakından ve kendi ışığı, kendi realitesinde görmek…” Ahmet Hamdi ancak 1950’lerde gidebilmiştir Avrupa’ya, Paris’e, Londra’ya… Özellikle Paris’te geçirdiği dönemlerde yazdığı mektuplar, dışarıya gidip gelebilmenin onun için ne denli büyük bir kazanç olduğunu ortaya koymaktadır. Ahmet Hamdi’nin Londra üzerine izlenimleri de çok ilginçtir. Eğer bu büyük aydınımız Avrupa’nın belli başlı kültürleriyle daha canlı bir ilişkiyi gençliğinden beri sürdürebilseydi, kimbilir bundan Türk kültürü neler kazanırdı!
Ahmet Hamdi gizilgücünün tümünü ortaya koymamış bir yazardır. Aydaki Kadın‘ın bitmemişliği sanki onun kültür adamı olarak yazgısının simgesi gibidir. Ancak Tanpınar, kültür yaşamımıza o kadar çok şey ekmiştir ki, bunların bitmesini sağlamak bizlerin görevidir.
(Kitaplık, sayı 40, Mart-Nisan 2000, s. 92-98)