Bir Sayfa Seçin

Doğru-Yanlış

Melih Cevdet Anday

“Ah bir masal anlatan çıksa da dinlesek” diye yazmıştı yıllar önce Ataç. Masal kıtlığına kıran mı girmişti de böyle bir özlemini dile getiriyordu? Öyle gibi… “Yarar”dan başka amaç gütmeyen birtakım ahlakçılar, eğitimciler, yazarlar, kurnazlık edip masal biçiminde düzenledikleri yüksek derslerle ortalığı öylesine kasıp kavurmuşlardı ki, Ataç masal diye öne sürülen bu ahlak derslerinin hiç kimseye masal tadı vermediğini, niye ders ile masalı karıştırıp ikisinin de rahatını kaçırdıklarını düşünerek yazmıştı o yazısını. Bilirsiniz, en başta çocuklar iterler o türlü kandırmaca öğretici uydurulan, “Başka, başka?” diye sorarlar masal anlatana, “Sen o dersleri kendine sakla da, bana katıksız bir masal anlat! ‘ demek isterler. Hiç şaşmaz masalın kalpı ile aslını birbirinden ayırmakta çocuk sağduyusu. Gerçekten de masal katıksız bir uyduru olmalıdır, öyledir de, ama çocuğa da, masala da acımayanların elinde bir öğretim olur çıkar o.

Benim de bugünlerde ona benzer bir özlemim var; düşünceleri daha çok politika oyalıyor, ya da her işin doğrusunu bilim söyler diye kafaları aşırı bir ciddilik sarmış ondan mı bilemeyeceğim, herhalde bu ikisinden birinin ya da ikisinin de verdiği bıkkınlıktan olacak, “Ah edebiyat üstüne bir yazı çıksa da okusam” diyorum kendi kendime. “Politikadan, bilim merakından edebiyata ne?” diyeceksiniz. Bunca yıldır edebiyat içindeyim, biraz bilirim, tıpkı masal gibi küçümsenir o da arada bir, ona bilimsel bir giysi giydirmek çabaları tutar ortalığı; gerçi edebiyat dergileri gene edebiyat yazıları ile dolar taşar ama o yazıların çoğunda artık konunun edebiyat olduğu anlaşılamaz, bir yığın felsefi, bilimsel sözcük dikilir karşınıza, edebiyat bir bahane olur çıkar.

Son günlerde, Ahmet Hamdi Tanpınar üstüne bir tartışma koptu dergilerimizde. Tanpınar’ın Huzur adlı romanındaki kişilerden biri ya da ikisi, Türkiye’nin toplumsal, ekonomik durumu ve kalkınma yolları ile ilgili birtakım sözler etmiş, örneğin “Osmanlı’da ölen ya da öldürülen devlet adamlarının mallarına el koyma usulü yüzünden servet bir türlü toplanamıyordu” ya da, “Milletimizin içinde kendisini gerçekleştirecek büyük, planlı bir iş hayatını açmak zorundadır”, “İstanbul ve vatanın her köşesi bir istihsal programı istiyor”, ‘‘Hiçbir şey kendi alınteri kadar insanı mutlu edemez” gibi. Kitabı inceleyen (bizde nedense romanlar inceleniyor, sadece okunmuyor) Sayın Selahattin Hilav, bu sözlerin üzerinde durarak Tanpınar’ ın “Bilimsel dünya görüşüne yaklaştığını” öne sürer. Bunun üzerine Sayın Hilmi Yavuz da, Hilav’ın, Tanpınar’ı böylece, “üstyapı ile ilgili kültür ikiliği sorunlarının altında maddi koşulların ve üretimin yattığını sezen bir toplumcu yazar” olarak değerlendirdiğini söyleyerek bu görüşe karşı çıkar. Çünkü, Tanpınar’da böyle bir özellik yoktur. Bunun üzerine tartışma açılır, Althusser tarafından yeniden formülleştirilen yapısal ikilik: ideoloji-bilim ikiliği, Alman ideolojisi, maddeci bilimsel felsefenin sağlam kaynakları, yapısalcı yorum, Pour Marx adlı kitaptan bir tümce üzerine yorum, Hegelci ya da Marksist diyalektiğin bütünsellik kavramı, aşma sorunu epistemolojik kesinti, olumsuzlamanın olumsuzlanması, sentez kavramı Goldmann’a göre Marksizme sokulmuş dört unsurdan sonuncusu… gibi konular ortaya dökülür.

Ben bu konuları severim, ilgi ile, yararlanarak okudum. Ama tartışmacılar bağışlasınlar, bu ilginç konuları Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanındaki kişilerden biri, “Ülkemizde planlı bir iş hayatı açmalı” dedi diye (bu kadarcık bir sözden) işlemeye kalkacaklarına, doğrudan doğruya ele alsalardı olmaz mıydı diye düşünmekten kendimi alamadım. Roman kişilerini, romancı ile özdeşlemek olanağını veren romanlar vardır belki (ben sevmem ya öylesini), belki Huzur da bunlardan biridir, ama bence bir eleştirmen elinden geldiğince bu yöntemden kaçınmalıdır. Yoksa bir romandaki bütün kişilerin düşüncelerinden romancının sorumlu tutulması gibi, bizi romanın edebiyat değerinin dışına itecek bir durumla karşılaşmak kaçınılmaz olur. Bakarsınız biri de çıkar, Huzur’da tam tersi düşünceler buluverir. Romanlarımdan birindeki bir genç kız “Babamla da yatabilmeliyim” dediği için, bir milletvekili Millet Meclisi’nde benim aleyhimde konuşmuştu. Ne olur o zaman, romancı bütün kişilerini kendininkine benzer bir dünya görüşü yönünde konuşturmakla, romanı bir savunu, kendi düşüncelerinin, sağtöre anlayışlarının bir tanıtı durumuna getirmeye kalkar. Öyle olunca da roman, roman kişilerinin yaşam içindeki eylemleri olmaktan çıkar, sadece bir kişinin, romancının öyküsü olur.

Oysa biliyoruz ki, dünya edebiyatına başyapıtlar bırakmış olan birtakım büyük romancıların toplumsal, siyasal görüşleri, bugün o romanların değerini ne azaltıyor, ne çoğaltıyor. Sözgelişi, kralcıydı diye Balzac’ın romanlarını, sosyalizme karşı idi diye Dostoyevski’nin romanlarını gericilikle nitelemek olacak işlerden değildir. Dahası, Shakespeare’in oyunlarındaki kişiler arasında öylesine çatışmalı konuşmalar vardır ki, insan hangisine hak vereceğini şaşırır. Sofokles’i, yaşadığı çağın toplumsal ve dinsel inançları ile ölçmeye kalkmak da, bugünün “bilimsel dünya görüşüne” vurmak da, onun hâlâ yeni ve canlı kalan yanını açıklamasız bırakır. Sanatın büyüsü başka yerlerde aranmalıdır. Örnekleri sürdürmekte yarar görmüyorum. Şuncasını söyleyeyim; Tanpınar, kişilerine o sözleri söyletmeseydi (olur a, söyletmez söyletmez; nitekim, Sayın Hilav, onun “bilimsel dünya görüşüne yaklaştığını” şiirlerinden çıkaramadığını söylüyor) roman ne olacaktı? Asıl sorun budur.

Bir edebiyat yapıtına, bizim doğru bellediğimiz felsefi ve bilimsel açıları uygulayarak sonuç almaya kalkmak, sadece roman kişileri ile romancıyı boş yere karıştırmakla kalmaz, genellikle sanat yapıtlarının “doğru-yanlış” ölçüsüne vurulması gerektiği anlamına gelir ki, sanatın varlık nedenini ortadan kaldırmakla birdir bu. Birkaç yıl önce bir eleştirmecimiz, incelediği bir romanın yanlış bittiğini yazmıştı; geçmiş gün, galiba romanın sonunda kahraman ölüyormuş da, eleştirmen, “ölmemesi lazım” diyordu. Başka bir eleştirmen arkadaşıma da sordum, “Sence doğru roman, yanlış roman olur mu?” diye, “Olur,” dedi. O günden beri düşünüyorum, acaba İlyada doğru mu, yanlış mı?

Oysa yaşam (ve doğa), bizim dizgelerimiz, öğretilerimiz denli tutarlı değildir, doğru-yanlış ölçülerimizi aşan bir niteliktedir; yoksa bütün sanatçıların, kurdukları yapıtları bir de bilim adamlarına inceletmeleri gerekirdi. Hem sonra, ölümsüz doğru-yanlış ölçülerini nereden bulup çıkarabiliriz? Huxley, doğanın akıl dışı olduğunu anlattığı bir kitabında, Karamazov Kardeşler romanı için, “Bu roman öylesine tutarsızlıklarla doludur ki, onu doğadan ayıramazsınız” diyordu. Bildiğimiz gibi, Tolstoy’u “bilimsel dünya görüşünü anlamamakla” suçlayan Lenin, onun romanları için, “Ölümsüz başyapıtlardır” demişti.

Paul Eluard’ın bir şiirinde şöyle bir dize vardı:

La terre est une orange bleu

Mavi bir portakal olduğunu Eluard’dan duyduktan sonra dünyamızı daha güzel bulmuştum. Fakat, Aragon kalktı, bakın ne dedi ve sevincimi yarıda bıraktı: Portakal hamken mavi olurmuş, demek bu dize doğruymuş. Oysa, bu dizenin doğru olup olmadığını araştırmak benim aklımın ucundan geçmemişti.

Cumhuriyet, 17 Ağustos 1973.