“BİR GÜL BU KARANLIKLARDA”
Mehmet Kaplan
Yıldızlar daima gökyüzündedir. Deniz daima vardır. Güneş her akşam gurup eder. Ve her yaz çiçekler açar ve bülbüller öter. Ölüm hiçbir zaman peşimizi bırakmaz ve bir defa için kurulmuş olan saat, her anda bize nasip olan zamanı tüketir. Fakat biz günlük hayatın meşgaleleri içinde bunların hepsini unuturuz. Hesaplar, kitaplar, aldatmalar, aldanmalar… Çokları işte buna “hayat” der. Fakat kâinatın, aşkın, ölümün, bir daha gelmeyen ânın farkında olmadan yaşanan hayata hayat mı denir? Alelâdeliğin külleri arasında biz en asil duygulara kadar her şeyi kaybederiz. Bundan dolayı da alçalır ve can sıkıntısı içinde kıvranırız.
Büyük Fransız filozofu Alain “ulviyyet duygusu bize günlük ekmek kadar lâzımdır” der. İnsanların gerçek varlığı hissedemeyişleri, şüphesiz, içlerinde bu ilâhi ışığı söndürmelerinden ileri gelir. Eski çağlarda dinler, insanlığı bu duygu ile besliyorlardı. Karanlık gecede kara taş üstünde yürüyen zavallı kara karıncayı gören Tanrı, her yerde hâzır ve nâzırdı. İnsanlar her an onunla beraber idiler. En güzel tapınaklar onun lütfettiği ulviyet duygusu ile inşa olunmuş, en güzel şiirler onun sevgisi ile söylenmişti. En asil kalbler, onun hasretiyle “bir buhurdan gibi her yerde” tütüyorlardı. Fakat zamanla dinler asıl kaynakla alâkalarını keserek vecidlerini kaybedince, nasıl sadece boş şekil, merasim ve kuru akideler haline geldilerse, insanlık da bu ulviyet duygusunu kaybetti. Bu yüzden kâinatı, hayatı ve kendisini alelâde bir madde yığını olarak görmeğe başladı.
Yalnız büyük airler ve sanatkârlar, asıl kaynakla alâkalarını devam ettirmeğe muvaffak oldular. İnsanların, çoğu, kendi akıl ve rahatlarına göre inşa ettikleri konforlu evlerde ve şehirlerde varlığın sırlarına bigâne yaşarlarken, yalnız onlar, hâlâ mağara devrinde yaşıyorlarmı gibi, yıldızlara, sulara, ağaçlara hayretle bakmaya devam ediyorlar.
Cümle şair dost bahçesi bülbülü
diyen Yunus’un söylediği gibi, onlar, dindar olmasalar bile, ulvî ve ebedî varlığa herkesten daha fazla yakındırlar.
Gerçek şiirde biz, dinde olduğu gibi, varlığın temel sırları ile karşı karşıya geliriz. Birdenbire sanki mağara devrine ve çocukluğa dönmüş gibi, yıldızların yeniden parlamaya, güllerin açmaya, bülbüllerin ötmeğe ve kalbin taze duygularla dolmağa başladığını hissederiz. Hayatın ebedî kanunu ölüm, bize tekrar her şeyi yeni bir gözle gösterir ve aşk “kaderin gülen çehresi” haline gelir.
Şair, günlük hayatın alelâdelikleri içinde, insanlığın ve çocukluğun bu kaybolmuş hâzinelerini nasıl ve nerede bulur? Hiç umulmayan bir yerde, dilde. Evet, her gün kullandığımız kelimelerin içinde gizlidir bu sır. Fakat bu sırrı bulmak için şairin çektiği cefayı tahmin edemezsiniz. Bir gram radyum bulmak için bir dağı eritmeğe benzer bu iş.
Zira biz dili de, hayat gibi, kâinat gibi alelade hâle getirir, ayakkabılarımız gibi kullanırız. Kelimeler, bu ses tenli nârin mahlûklar, sokakta, çarşıda, kahvede çiğnenir, kirlenir, çamurlara bulanır. Yalnız şairler onların kadir ve kıymetini bilerek ellerine alırlar; günlerce ve aylarca tozlarını topraklarını yıkayarak, içlerindeki ebedî ışığı yeniden yakar ve göklere yükseltirler. Güzel bir şiirde kelimeler, “şeb-i lâhutda manzume-i ecrâm gibi” pırıl pırıl parlar ve biz onların ışığı altında, tıpkı ilk çağlarda, çocuklukta ve hayatın nadir anlarında olduğu gibi, hayat ve kâinatı yeni bir gözle görmeğe başlarız.
Dil ile varlığın birleşmesi demek olan bu işin, ne kadar güç olduğunu anlamak için bir şairin çileli çalışmasına yakından şahit olmak lâzımdır: Yahya Kemal, bazı şiirlerini on beş, yirmi yılda tamamlayabildiğini söylerdi. Halbuki onlar bize ne kadar kolay yazılıvermiş gibi gelir. Yahya Kemal kadar titiz ve sabırlı başka bir Türk şairi de Ahmet Hamdi Tanpınar’dır. Kırk yıl şiiri hayatının başlıca meselesi ve meşgalesi haline getiren bu şairin eserleri nihayet dostlarının ısrarıyla bir kitap halinde basıldı.[1] Kendisine kalsa, ömrünün sonuna kadar onları yeniden yazmağa devam ederdi. Üstadı Valery gibi o da şiirin hiçbir zaman tamamlanmayacağına kanidir. Arka arkaya kitap neşredenler ile ne tezat değil mi? Fakat bize şiir diye sunulan müzahrefat ile onlar arasındaki fark da, o kadar büyüktür. Mesleği icabı, eski mecmuaları ve kitapları karıştırmak mecburiyetinde kalan biz edebiyat tetkikçileri şiir mezarlıklarının ne olduğunu çok iyi biliriz. Bazen, bir mısra, kemiklerde kalmış soluk bir fosfor gibi parlar. Elinize alarak yoklayınca o parıltı da kaybolur. Bazıları sanır ki Divan edebiyatının binlerce mısraı, Acem taklidi veya Osmanlıca olduğu için ölmüştür. Bu nazariye Bâki’nin, Galib’in bazı şiirlerinin neye hâlâ yaşadığını ve daha binlerce yıl yaşayacağını izah edemez. 1900’den sonra halk dili ile herkesin anlayabileceği binlerce mısra yazılmıştır. Kim onları hatırlıyor? Yahya Kemal’in mısraları ise hafızalarda her gün cıvıl cıvıl ötüyor. Öyle sanıyorum ki, Tanpınar’ın şiirleri de Yahya Kemal’inkilerle beraber yarına kalacak en güzel şiirlerdir. Onlardan bazılarını şimdiden birçokları ezbere bilir.
Sen akşamlar kadar büyülü sıcak
mısraları ile başlayan “Hatırlama”yı şiir sevenler size zevkle tekrarlayabilirler. “Bursa’da Zaman”ı bilmeyen ve sevmeyen kültürlü bir Türk bulunabileceğini zannetmiyorum. Anlaşılması daha güç diğer şiirlerinin de yavaş yavaş hafızalara yerleşeceğine ve yaşayacağına, vakti ve zamanı gelince, sırlarını ifşa edeceğine emînim.
Nedir Tanpınar’ın şiirlerinin özelliği? Onu Türk edebiyatında herhangi bir gelenek ve şahsiyete bağlamak zordur. “Bursa’da Zaman” bir bakıma Yahya Kemal’in tarihî şiirleri havasında yazılmıştır. Belki bundan dolayı şair onu kitabına sokmak istememiştir. Fakat bu benzeyiş zâhiridir. “Bursa’da Zaman” hece ile yazılmıştır. Tarihî duyuş, şiir dokusu ve imaj sistemi bakımından da Yahya Kemal’in şiirlerinden farklıdır. Buradaki kompleks şiir cümlesine Yahya Kemal’in hiçbir şiirinde rastlanılmaz.
Bu, Tanpınar’ın “Vuslat” şairine bir şey borçlu olmadığı mânâsına gelmez. Tanpınar, Yahya Kemal’den sabrı, dili bir heykel gibi yontma sanatını öğrenmiştir. Ayrıca o galebe çalınacak bir rakip olarak, büyük bir tesir icra etmiştir. Denilebilir ki, Tanpınar, Yahya Kemal’den farklı bir şiir vücuda getirmek için bütün ömrünü harcamıştır ve buna muvaffak olmuştur. Büyük ve ebedî şiirin klâsik âletlerine, vezin ve kafiyeye bağlı kalan Tanpınar, Mehmed Emin’den Orhan Veli’ye kadar bütün son devir şairlerinin bol bol faydalandıkları halk şiiri geleneğinden de uzak kalmıştır. “Selâm Olsun”, Köroğlu’nun meşhur Bolu beylerine meydan okuyan şiirini uzaktan hatırlatır: Fakat Tanpınar’ın selâmı bambaşka bir mânâ taşır. Yahya Kemal’in şiirlerinin arkasında Divan edebiyatı geleneği, tarihî ve coğrafî hâtıraları, Orhan Veli’ninkilerin arkasında Halk edebiyatı ve halk dili vardır. Bu iki şair de, gelenekten gelen “evocation”a çok şey borçludurlar. Tanpınar’ın şiirlerinde böyle daha önceden mevcut bir arka plân yoktur. Onlar tesirlerini kendilerinden alırlar.
Romanlarında, tedkik ve denemelerinde sosyal problemleri derinliğine ve genişliğine ele alan Tanpınar, şiirlerinde adeta cemiyeti ilga etmiştir. Onun şiirlerinde bir inziva veya başbaşa kalma havası hissolunur. Sosyalin yeri belki de şiir değildir. Şiirde sosyal, pek çok örnekte görüldüğü üzere, hitabete kaçar. Hitabet ise samimiyete en uzak şeydir. Yahya Kemal’de bile sosyal bir jest, bir poz halini alır. Varlığın özü ile temasa gelen şiir, dua ve murakabeye benzer, bir yalnızlığı icap ettirir. Tanpınar’ın şiirleri içtimaî değil ferdîdir ve… metafizik bir karakter taşır.
Evet metafizik. Bu yazının başında şiir ile din arasındaki münasebete işaret etmiş ve şairin dindar olmasa bile, Tanrı’ya veya kâinatın sırlarına en yakın insan olduğunu söylemiştim. Kâinat, hayat, ölüm, aşk ve sanat, işte Tanpınar’ın şiirlerinde ele aldığı başlıca konular. Bunlar, din, felsefe ve derin sanatın müşterek ve ebedî konularıdır.
Bir nazariyeye göre din sanattan doğmuştur. İnsanoğlu başlangıçta şiir söylemiş, raks etmiş, heykel yapmış, bunlar vasıtasıyla Tanrı’ya ulaşmıştır. Felsefenin dinden çıktığı mâlûmdur. Bu, tarihte bir defa olmuş bir hadise değildir. Her çağda şair, karanlıkların içine dalma cesaretini gösteren insandır. Hakiki şiirde din ve felsefe yeniden doğar. Tanpınar birçok şiirlerinde varlığın sırrını sanat vasıtasıyla yakalar. “Şiir” isimli manzume, bence Türk edebiyatında şiir üzerine yazılmış en güzel şiirdir. Burada şiirin rüya, ıztırap ve teselli ile münasebetleri gösterilmiştir. Fakat bence en mühim olan fikir, şiirin bir “aydınlanma” olduğu fikridir.
Yıldızdan cümlesi karanlıkların,
mısraı bunu anlatır. Biz şiirde fizik ve metafizik âlemi bir arada yakalarız:
Yıldızların altın bahçesindeyiz
Ebediyetinle geldik dizdize
Şiir varlığın içinde bir mânânm doğuşudur. Bir sırrın ifşasıdır. Yunus:
Yunus bir haber verir, işidenler şâd olur
der. Şair varlıkta bize görünen ebedî sırrın habercisidir.
Başka bir yerde Tanpınar şiiri şu harikulâde mısralarla anlatır:
Ey sükûtun bir nefeste
Yaktığı billûr âvize!
Bu esrarlı müselleste
Gökler yakınlaştı bize…
Göklere yaklaşmak veya gökleri insana yaklaştırmak… Şiirin de, matematiğin de gayesi budur. Mevlânâ “Biz göklerden geldik” der. İlim de aynı şeyi söyler. Göklerin sırlarını araştırmada şairler âlimlere takaddüm etmişlerdir.
Fakat âlim, kozmik âleme bakarken insanı unutur. Halbuki kâinatı gören ve duyan insandır. Şiirde süje ile obje daima beraber bulunur. Bu münasebet heyecanlı bir mânâ taşır. Nihayet filozofların da anlamaya başladıkları üzere, süje, objeye takaddüm eder. Evvelâ ben vardır; kâinat insanın etrafında ve insandan yükselir. Tanpınar bu görüşü şu güzel mısralarla anlatıyor:
Kökü bende bir sarmaşık
Olmuş dünya sezmekleyim.
Mavi, masmavi bir ışık
Ortasında yüzmekteyim.
Başka bir yerde o, objeyi süjenin bir “objectivation”u, dışa aksetmesi olarak görür:
Eşya aksetmiş gibi tılsımlı bir uykudan
Burada “gibi” edatı modern insanın şüpheciliğine delâlet eder. Eski çağlarda dış dünyayı “ben”in bir rüyası telâkkî eden din ve felsefe cerayanları vardı. Son çağlarda bunun tam zıddını öne süren, yani “ben”i maddeye irca eden aşırı materyalizm ortaya çıkmıştır. Fakat bu iki görüş de, varlıkta en mühim problem olan süje-obje münasebetini ilga eder. Süje de, obje de vardır. Dünyayı “ben”siz, “ben”i dünyasız tasavvur etmeğe imkân yoktur. İnsanoğlunun trajedisi, bu temel tezada sahne olmasındadır. İnsan bazen fizik âlemin, etrafını Çin duvarları gibi sardığını hisseder. Cansız varlığın ortasına düşmüş olan canlı bir yıldızın üzerinde uyanan idrâk, kâinatın en büyük muammasıdır.
Tanpınar birçok şiirlerinde fizik âlemin parıltılı oyunlarını tasvir eder. Su, ışık, hava onun için bir neşe kaynağıdır. Bilhassa aşk dekoru olarak tabiat, bayram gecelerinin ışık oyunlarını hatırlatır. Yanımızda bulunan sevgili bize varlığın ölü ve sonsuz boşluklarınu unutturur. Fakat bazen gökler başka türlü konuşur:
Çelik gagasında fecri taşıyan
Mavi kartal benim… Pençelerimde
Asılmış bir zümrüt gibidir hayat.
Fizik âlemin bütün ihtişamonın arkasında soğuk ölüm vardır.
Ey kartal bakışlı avcısı fecrin
Açmamış güllerin siyah bahçesi…
Tanpınar’ın birçok şiirlerinde ölüm, fizikî âlemin sembollerine bürünerek kendisini hissettirir. Ufuklara bakmaktan hoşlanan şair:
Yosun bahçelerin uzak vehminde
İmkânsız sularda tutuşan gemi
yi görür. Tanpınar için ölüm “boşluğa açılan bir kapı”dır. O, varlığın sırrını yine varlığın içinde bulur. Fakat varlık, sadece “görülen” şey değildir; “görülen”in içinde “görünen” bir şey vardır. Bu, uzaktan da olsa, mulasavvıfların “tecellî” fikrini hatırlatır. Tanpınar, raks ve musikide varlığın özü gibi görünen şeye şiirden daha fazla yaklaşır. “Raks” şiiri, sanat vasıtasıyla fizik ile metafizik arasındaki münasebeti çok güzel gösteren bir şiirdir.
Tılsımlı çocuğu saf aydınlığın
Bu kadın vücudu beyaz ve çıplak;
Eşiğinde sanki sonsuz varlığın;
Her an değişiyor dönüp uçarak..
Ve gülümseyerek öyle derinden
Her lâhza başka şey ve hep kendisi,
Bir başka yıldızdan veya alevden
Ânın ve hareketin mucizesi..
İbtidai kavimlerde raks ile dinin sıkı münasebeti malûmdur. Öyle zannolunabilir ki, tabiata çok yakın olan bu insanlar raks vasıtasıyla varlığın içindeki sırrı kavrıyorlardı. “Her lâhza başka şey ve hep kendisi” olan şey nedir? Mistikler ve filozoflar kâinatın esas cevherini böyle anlatmazlar mı?
Her lâhza başka şey ve hep kendisi
Yaralı bir ceylân gibi bakarak…
Raks, sadece hareket değildir. Aynı zamanda ruhtur. Vücut değil, aynı zamanda ıztıraphr. Raks eden kadın bize fizik, fizyolojik, psikolojik ve metafizik varlığın nasıl bir bütün teşkil ettiğini kuvvetle hissettirir.
Ve ümitsiz avı bin sonsuzluğun
Raksı ve umumiyetle sanatı bu kadar güzel ve derin anlatan başka bir mısra hatırlamıyorum. Şair, “Musiki”de de öz varlığın sırlarıyla karşılaşır. Sesler içinden bize bir meleğin uzandığını hisseder gibi oluruz. Fakat bunun ne olduğunu açık ve seçik olarak bilemeyiz. şair hayretle sorar:
Kimdir yıkananlar bu loş çeşmede
Tekrar doğar gibi ay ışığından?
Bunun cevabı, ihtişamlı bir intibadan ibarettir:
Bir altın uçurum derinleşmede
Biz yıldızlı yaz geceleri, gökyüzüne bakarken de aynı intibâı duyar ve bu “altın uçurum”una nereden, nasıl ve niçin fırlatıldığımıza hayret ederiz. Sesin şiiri, sanat vasıtasıyla varlığın sırlarına yaklaşan insanın ruh trajedisini çok güzel anlatır:
Çırpınan bir ruhum artık
Bin hasretle delik deşik
Uzak, hayret burçlarında
Neva’nın, Ferahfeza’nın
Musikinin veya yıldızların bize hem hissettirdikleri, hem de gizledikleri şey nedir? Neden, bir buzlu cam, bizi çok yaklaştığımız ebedî sırlar âleminden ayırır? Bunu bilmiyoruz. Sadece harikulâde, acaip bir âlemin ortasında, ölüme mahkûm, güzellik ve aşkla kalbi en şiddetle çarpan, düşünen, duyan, seven, kavga eden, yaratan, dağlardan ve denizlerden daha acaip yaratıklar olduğumuzu farkediyoruz. Günlük hayat, alelâde hayat, bize varlık muammasını unutturuyor. Fakat hakiki sanat bizi yeniden asıl kaynaklarla karşı karşıya getiriyor.
Bir sonsuz uçurumda uyanmış gibi birden
O derin sükûtların aydınlattığı anlar
Yeniden duymaya ve düşünmeye başlıyoruz. Tanpınar’ın şiirleri bize sanatın, gerçek sanatın ne olduğunu kuvvetle hissettiriyor. Onu, sanat vasıtasıyla temel kaynaklara yaklaşma diye tavsif edebiliriz. Onu okurken, bugünkü Türk şairlerinin bu kaynaklardan ne kadar uzaklaşmış olduklarını ve şiiri bulamayacakları yerlerde aradıklarını da anlıyoruz.
(Türk Yurdu, sayı 294, Mart 1961, s.1-4)
[1] Ahmet Hamdi Tanpınar, Şiirler, İstanbul, 1961, 80 s.