KAYPAK YANITLAR
Hilmi Yavuz
“O, ortalama Müslüman Şark’ın, dinlemek için aramıza gelip bizi metheden,
methede ede anlatan Frenklerin hayran oldukları Şark’ın bir nümunesiydi.
Böyle olduğu için de huzur içinde, geniş kahkahalarını savurarak,
(…) gramer metodları icad ederek yaşıyordu. Ömrü bulutsuz bir gökte,
bir ebedilik vehmini peşinden sürükleyerek seyrini yapan bir güneş gibi
lekesiz ve ârızasız geçiyordu.” (Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi, sayfa 57)
Yeni a dergisi’nde Ahmet Hamdi Tanpınar’da Ahmet Hamdi Tanpınar konusunda iki inceleme yazısı yayımlamış, S. Hilav’ın Tanpınar’la ilgili yorumlarını eleştirmiştim. Yeni Dergi’nin Temmuz sayısında S. Hilav, bu yazılarımı yanıtlıyor, işi asyaî bir kurnazlığa vurup, benim sözünü ettiğim önemli sorunların hiçbirini ele almaya yanaşmadan, tartışmayı konuyla ilgisi olmayan alanlara kaydırmak becerikliliğini gösteriyor. Ciddi bir tartışmayı basit bir polemiğe indirgemek S. Hilav’ın yöntemi olabilir, buna da kimsenin diyeceği yoktur. Ben bu yazımda S. Hilav’ın söylediklerini, onun yöntemlerine başvurmaksızın yanıtlamak amacındayım.
- Hilav önce benim Althusser’den yaptığım alıntıyı ele alarak ‘ideoloji’ kavramının tanımında bir çeviri yanlışlığının bulunduğunu öne sürüyor. ‘Külyutmaz’ bir çevirmen dikkatiyle (!) benim yanlışımı bulmaya çalışırken S. Hilav, kendisinin nasıl yanlışlıktan yanlışlığa düştüğünün farkında görünmüyor. Bakınız nasıl: Althusser’in elimdeki İngilizce metne göre verdiği ‘ideoloji’ tanımı “It will suffice to know very schematically that an ideology is a system (with its own logic and rigour) of represantations (images, myths, ideas or concepts, depending on the case) endowed with historical existence and role within a given society”dir. (For Marx, Penguin University Books, sayfa 231) Benim ilk yazımda verdiğimi çevirinin ise, sözcüğü sözcüğüne yapılmış bir çeviri olmadığını görmek için külyutmaz bir zehir hafiye mantığına gerek yoktur. Amacım, sadece, ‘ideoloji’nin bir toplumdaki “imgeler, mitoslar, fikirler ya da kavramlardan oluşan bir tasavvurlar sistemi” olduğunu vurgulamaktı, yoksa bu tanımı sözcüğü sözcüğüne çevirmek değil! Buna karşılık S. Hilav benim ‘bir toplumdaki’ yerine ‘bir toplumda yaşayan’ demiş olmama mal bulmuş magribî gibi sarılarak şöyle diyor: “H. Yavuz, çevirisindeki ‘yaşayan’ sıfatıyla imajları, mitosları ve kavramları belirlemiş oysa Althusser’in metninde bu sıfat sistemi belirliyor. Üstelik ‘yaşayan’ sıfatı da tamamen yanlış.” Burada S. Hilav’a hemen şunu hatırlatayım ki, Althusser’in metninde sistemi , (yani bir tasavvurlar sistemi olarak ‘ideoloji’yi) belirleyen, ‘yaşayan’ sıfatı değil, ‘yaşanan’ (‘lived’) bir ilişkidir. İngilizce metinden örnekler vereyim: “so ideology is a matter of the lived relation between men and their world” (For Marx, sayfa 233) vb. Görülüyor ki S. Hilav’ın “’yaşayan’ sıfatı sistemi belirliyor” sözü, temelden yanlıştır. Benim kullandığımı bu sıfat (‘yaşayan’ sıfatı), elbette sistemi değil, tek tek imajları, mitosları, kavramları, fikirleri belirlemektedir ve S. Hilav doğruyu yanlış sanarak Althusser’i anlamadığını ortaya koymaktadır. ‘Yaşayan’ şeyler mitoslar, imajlar, fikirler ve kavramlar ‘yaşanan’ ise bir ilişkiler sistemi olarak ideoloji’dir; ikisi ayrı ayrı şeylerdir. S. Hilav, Althusser’in sistemindeki bu inceliğin farkında görünmemekte, doğru çeviriyi yanlış sanıp, içinden çıkılmaz tutarsızlıklara düşmektedir. (İlginç bir rastlantı: sayın Cemil Meriç’in Hareket Dergisi’nin son sayısında Althusser’in ‘ideoloji’ tanımını bütünüyle çevirdiğini gördük. Sayın Meriç’in çevirisi şöyledir: Althusser için ideoloji “kendine göre bir mantığı ve tutarlılığı olan, belli bir toplum içinde tarihî bir varlığı ve tarihî bir görevi bulunan bir tasavvurlar (imajlar, mitler, fikir veya mefhumlar…) bütünüdür.” S. Hilav, sayın Meriç’in çevirisi ile kendi çevirisini karşılaştırırsa ‘tarihî bir varlığı ve tarihî bir görevi bulunan” ibaresinin tasavvurlara mı, yoksa sisteme mi ait olduğunu görecek, üstelik ‘rigour’ sözcüğünün bilimsel bir sistemi niteleyen bir kavram olarak ‘katılık’ değil, ‘tutarlılık’ demek olduğunu, başkasının ille de yanlışını bulayım derken içine düştüğü yanlışlık ve çelişkileri anlayacaktır.)
- Hilav, “H. Yavuz Althusser’deki ideoloji/bilim ayrılığı görüşü ile benim Tanpınar’daki resmi ideolojiden kopma ve bilimsel düşünceye yaklaşma tezlerim arasında paralellik kurarak her şeyi birbirine karıştırıyor.” demektedir. Acaba her şeyi birbirine karıştıran kim? Bir bakalım, S. Hilav bana verdiği yanıtın baş taraflarında, Althusser’e dayanmadığını, maddeci bilimsel felsefenin çok daha sağlam olan kaynaklarına dayandığını belirtiyor. Anlaşılan S. Hilav, resmi ideolojiden kopmak ve bilimsel düşünceye yaklaşmak konusundaki tezini (!), maddeci bilimsel felsefenin kaynaklarından çıkarmış! (Tabii nasıl çıkardığı meçhul!..) Oysaki maddeci bilimsel felsefenin kaynakları (bu arada özellikle, S. Hilav’ın bir bölümünü dilimize çevirdiği Alman İdeolojisi) Hegel’ci idealizme karşı çıkarak bu ideolojiden kopan (daha doğrusu, koptuğunu sanan) genç-Hegel’cilerin bu kuruntularının apaçık eleştirisini getirir. Tanpınar da, bir bakıma, genç-Hegel’cilerin saplandıkları bu yöntem yanlışlığını tekrarlıyor gibidir. Genç-Hegel’ciler “metafizik, politik, hukuki ve ahlaki tasavvurları, dinî ve teolojik tasavvurlara” bağlıymış gibi gösteriyor idiyseler, Tanpınar da ekonomik tasavvurları (burada ‘emek’, ‘üretim’ vb. gibi kavramları) ‘ruh terbiyesi’, ‘iç âlem medeniyeti’ gibi birtakım ahlâkî tasavvurlara bağlıymış gibi göstermektedir. S. Hilav, Tanpınar’ın “bilimsel görüş”e yaklaştığını (bir yerde ‘iyice’ yaklaştığını söylüyor) iddia ediyorsa çevirdiği Alman İdeolojisi’ni yeniden okumalı, oradaki, “Genç-Hegelciler dünyayı altüst ettiklerini ileri sürdükleri tantanalı beyanlarına rağmen koyu birer muhafazakârdılar” yargısı üzerinde düşünmelidir. Bu ona, egemen olan tasavvurlar sistemini eleştirmenin, bilimsel görüşe yaklaşmak için yeterli olmadığı gerçeğini, sanırım fazlasıyla öğretecektir.
- Tanpınar’ın emel, üretim vb. gibi kavramları maddi yaşamı bir bütün olarak kavrayıp açıklayan temel, bilimsel kavramlar olarak değil, tam tersine ahlaki bir ülküyü temellendirmeye yarayan ideolojik kavramlar olarak kullandığı konusundaki görüşümü, burada bir kere daha tekrarlayayım. S. Hilav, bilimsel görüşe “iyice” yaklaşmış olduğunu iddia ettiği Tanpınar’ın bu kavramları hangi sistemin bağlamı içinde kullandığı gibi çok önemli bir noktayı ‘meskût’ geçerek, işi kaypak ifadelerle atlatmaya çalışıyor. Oysaki, Tanpınar’ın bilimsel düşünceye iyice yaklaşıp yaklaşmadığı, onun emek, üretim vb. gibi kavramları salt, kullanıp kullanmadığı ile değil, bunları bilimsel maddeci sistemin getirdiği özel anlamlarda kullanıp kullanmadığı ölçü alınarak belirlenir. Hilav, bu çok önemli noktayı dikkate almaksızın, yazılarında ya da romanlarında salt, üretim, emek sözcükleri geçti diye Tanpınar’ı bilimsel görüşe iyice yaklaşmış sayıyorsa, bunun açık ve kesin bir sapma olduğunu, görmezlikten gelemeyiz.
İlk yazımda da belirttim: “emek” kavramı Tanpınar için, toplumsal üretim sürecinde değer yaratan kategori değil, insan ruhunu ‘terbiye’ etmeye yarayan ahlaki bir kavramdır, bu anlamda ‘emek’, lonca ahlakı sistemiyle bütünleşir. S. Hilav, Tanpınar’dan “Halbuki Türkiye yalnız bir şey olmalıdır; o da Türkiye” gibi kaypak ve yuvarlak sözleri alıp, “bu sözlerin lonca idealiyle ne ilgisi var!..” kabilinden asyaî kurnazlıklara başvuracağına, Tanpınar’ı (bu gerçekten önemli romancıyı) bir kere daha, ama bu kez üstünkörü değil, iyice okumalıdır. Sık sık sözünü ettiği Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde, roman kahramanı Hayri İrdal’ın, Tanpınar’ın görüşlerini ne ölçüde yansıttığına bakmalı, İrdal’ın şu sözleri üzerinde bir kez daha düşünmelidir: “zenaatkârın yerini tüccarın alması acınacak şeydir hakikaten dedim” (Saatleri Ayarlama Enstitüsü, s. 195); “Eskiden, dedim bu cins işler sadece sermaye meselesi değildi. Sevenler ve işin içinde yetişenler yaparlardı.” (a.g.y., s. 196) Hilav, Tanpınar’dan yuvarlak ve kaypak sözler aktaracağına, bu ve buna benzer özgül (spesifik) ve somut örneklere eğilme yöntemini benimsemeli ve Tanpınar’da lonca ideali sorununu, bu tür örneklerin ışığı altında değerlendirmelidir. Ona yapacağımı tavsiye, ancak bu olabilir.
NOT: S. Hilav’ın ‘yapısalcılık’ ve ‘toplumculuk’ konusundaki görüşleri, Tanpınar tartışmasının dışında, ayrı ve bağımsız bir inceleme konusudur. Yeni a’nın önümüzdeki sayılarında bu konuyla ilgili bir çalışma yayımlayacağımı sanıyor, Hilav’la olan tartışmamı burada noktalıyorum. Ancak, sayın Rauf Mutluay’ın, Tanpınar konusunda S. Hilav’la aramızdaki tartışmayı, bir ‘dergi atışması’ olarak nitelemesi, onun bu tartışmanın içeriğine ne yazık ki, nüfuz edemediğini göstermektedir. Gerçekten önemli birtakım düşünsel gerçeklerin aydınlığa çıkmasına katkıda bulunduğunu sandığım, ciddi bir tartışmayı, bir ‘dergi atışması’ olarak adlandırmak ya bu tartışmanın niteliğini anlayamamaktan ya da kasıtlı bir küçümseme eğiliminden başka türlü yorumlanamaz. İyi niyetine inandığım sayın Mutluay’ı kasıtlı küçümseme eğiliminden ‘tenzih’ ederim.
Yeni a, Eylül 1973, sayı 18, s. 1, 4-5.