BEŞ ŞEHİR
– Hamdi Tanpınar’ın Kitabı Münasebetiyle –
Halide Edib Adıvar
Meşhur İngiliz romancısı A. Bennet, “Beş Kasaba” adlı eserinde şimalî İngiltere’nin beş kasabasında bazen örnek bazen de karakter olarak bütün zaman için yaşayacak şahıslar bırakmıştı. Hamdi Tanpınar’ın eseri bunu bahsettiği şehirlerimizin insanlarından ziyade tabiat ve tarihlerinin biraz mimari biraz da hayat tarzlarının üzerinde durarak bize şahsî portreleri vermiştir.
İnsanların ruh iklimlerinde veyahut içinde yaşadıkları tabiatı kelimeyle, boya ve çizgilerle tekrar yaratanlara derece derece sanatkâr demek icap eder. Bu kudret yalnız teknik ve bilgi ile değil, bunların sırf birer ifade vasıtası olan yaratıcı hilkatlerdeki istidat veya deha ile elde edilir. Bizde deha yaftası herhangi sanatkâr, mütefekkir veyahut bunların “sözde”lerine bol keseden ibzal ve Tanrının günü üzerine yapıştırıldığından, Allah memleketimizde herhangi insanı dâhilikten muhafaza etsin derim. Fakat fıtrî istidat yalnız beş on kişiye atfedildiği için Hamdi Tanpınar’ı da rütbe veya reklâm terimi olan dâhiler arasında değil, fıtrî istidatlı sayısı az kişiler arasında saymak daha muvafık olur.
Bu nevi istidadı memleketimizde ilk defa Bedri Rahmi’nin Ankara harman yeri tablosunda görmüş, çok derin bir haz ve zevk duymuştum. Aynı şeyi gene bir hayli sene evvel Hamdi Tanpınar bize Bursa şiirini okuduğu vakit sezmiş, bu şehre ait cilt cilt kitabın vermeyeceği Bursa tabiatının hususiyetini eski ve aşina bir dost yüzü görür gibi dimağımın gözüyle görmüştüm. Tanpınar şimdi bu kabiliyetini beş şehrimizle bizi yüz yüze getirdiği zaman daha geniş bir sahada gösteriyor. Mamafih bu kudret ve kabiliyet beş şehrin portrelerinde kendini derece derece gösteriyor ve her birinin başka başka hususiyetleri üzerinde duruyor
Birincisi Ankara’dır. Burada bence tarihî yaylamızın çıplak, kudretli ve mehabetiyle korku veren tabiat tarafında nispeten az durulmuştur. Hele Ankara’nın kendine mahsus göz kamaştırıcı ışık renklerine hemen hiç yer vermemiş fakat buna mukabil bu şehrin hususiyetini daha fazla uzak ve yakın tarihteki kahramanlık destanlarını belirterek ifadeye çalışmıştır, “…geniş sağrısını rüzgâra vermiş bir harp gemisi gibi zaman ve hâdiselerin denizinde çevik ve kudretli yüzer, bütün ümitlerin kendisinde toplandığı son sığınak olur…” diye sembolik vasfını tarihte dirilttiği Ankara portresi baştan başa daha fazla üstünden gelip geçen ve tarihin dönüm noktalarını teşkil eden vak’aların ve Ankara’ya yabancı olanların bıraktığı Ankara’dır. Hattâ Hacı Bayram, Erdede de. Evliya Çelebiler devrine dönen yerli ruha temas ettiği zaman bile muharririn gözleri Ankara’nın dış manzarası ve şehamet sembollüğü üzerinde durmuştur.
Öteki şehirlere gelmeden Tanpınar’ın diğer bir kuvvetli tarafını zikretmek isterim. Bu onun tasvir sahasında şahikasına eren nesridir. Bu nesir sade değildir, belki de gündelik hayatın münasebetleri veyahut sırf mantık ile anlaşılacak meselelerde bu derece kudretli değildir. Fakat bu Türkçe nesir, “özel” sıfatından ziyade “hâlis” sıfatıyla tarif edilebilen, her kaynaktan gelen unsurları toplayarak ahenk ve güzellikle kulağımızı ve gönlümüzü hoş eden bir nesirdir.
İkinci şehir Erzurum’dur. Bu şehre muharrir üç muhtelif devirden ve cepheden bakarak portresini çizmiştir. Âdeta yılların ve vak’aların değiştirdiği aynı simanın üç muhtelif portresini seyrediyor gibi “Erzurum”u okuyorsunuz. Birincisi çocukluk dimağının hafızasında hâkkedilmiştir. Âşık Kerem ve Yunus’tan okuduğu beyitlerle ninesinin anlattığı masalların Erzurum’u ilk ve en kudretli plandadır. Yıldız dağından bahsederken tıpkı bir çocuk gibi onda bir nevi ecdat – Tanrı çehresi seziyor ve “bana öyle geliyor ki, kulağımı biraz daha iyi versem, yıldızlarla ne konuştuğunu duyacaktım…” derken, kelime ile olmasa bile kelime ve satırının arkasında herhangi şehrin en hususi tarafı olan ışığını okuyucuya sezdiriyor.
Fakat Erzurum’un kuvvetle hissedilen tarafı yalnız ışığı değil biraz da içindekilerdir. Hepsi “Nereye gittiğimi ne sorarsın? Geldiğim yeri sana söyledim, yetmez mi?” diyen Erzurumlunun birer örneğidir. İşte “her şeyin altüst olduğu, örf, âdet, akide, efsane, her şeyin birbirine girdiği bu zengin ve karışık devirde” Tanpınar’ın çizdiği ruh iklimi, bilhassa pek az bahsettiği bugünkü ve dünkü insanları hazır ve nazırdır.
Ben, hiç görmediğini Erzurum ve Erzurum’un kardeş şehri olan Erzincan ve bilhassa Şark vilâyetlerinin özünü sezdiren eski küçük “Kemah” hakkında herhangi portrenin doğru olup olmadığını söyleyebileceğime emin bulunuyorum. Büyük babam Ahmet ve Süleyman ağaların, çocukluğumun hatıratı arasında ön safta duran Ali’nin kendi kendilerine konuşur gibi anlattıkları dağlara, ışık ve görünmez hayata ait bir nice efsane ve hayat parçaları, Tanpınar’ın portresinde diriliyor ve dile geliyor. Bunların hepsini hafızamda “soyha” zümresi içinde görüyorum. Bazan iyi mânada kullanılmasa bile “soyha” bu diyarın öz örneğidir. Onları o kadar sevmiş, o kadar kendime yakın bulmuştum ki, biraz akrabalıktan biraz da İstanbullu küçük kızda soyhalık ruhunu sezmiş olmalarından olacak, bana da “soyha” sıfatını taktıkları zaman yüksek bir rütbe verilmiş bir adam gibi sevinmiş ve gurur duymuştum.
(Akşam, 12 Aralık 1946)