HUZUR
Fethi Naci
Huzur, Türkçede okuduğum en güzel aşk romanı. Üstelik sadece tek aşkın, bir erkeğin bir kadına olan aşkının romanı da değil, iç içe iki aşkın romanı, birbirini besleyen, geliştiren iki aşkın: Mümtaz, Nuran’a olduğu kadar, İstanbul’a da âşıktır. Huzur’da İstanbul sadece bir güzel şehir, roman kişilerinin içinde yaşadığı bir çevre değildir; başlı başına bir roman kişisidir, bir sevgilidir. Ne diyordu Beş Şehir’de Ahmet Hamdi Tanpınar: “İstanbul, ya hiç sevilmez; yahut çok sevilmiş bir kadın gibi sevilir. Yani her haline, her hususiyetine ayrı bir dikkatle çıldırarak.” Mümtaz da şöyle der: “Birbirimizi mi, yoksa Boğaz’ı mı seviyoruz?” (Huzur, Tercüman’ın 1001 Temel Eser Dizisi,[1]s. 187). “… artık ne İstanbul’u, ne Boğaz’ı, ne eski musikiyi, ne de sevdiği kadını birbirinden ayırmaya imkân bulamazdı.” (s. 188) Böyle bakar Tanpınar İstanbul’a; bunun için de anlattığı çevrelerin roman kişilerini açıklamaya yarayıp yaramadığına, romanda bir öğe olarak görevleri olup olmadığına bakmaz; bir Mümtaz gibi, bir Nuran gibi, bir İhsan gibi anlatır İstanbul’u. Ama ne güzel anlatır… Tevfik Fikret’in “fâcire-i dehr”i, üzerindeki yüzeysel çirkinlikleri, sefillikleri Tanpınar’ın romanında birer birer soyunarak özündeki güzelliği, tarihle tabiatın sarmaş dolaş olduğu o erişilmez uyumu gözler önüne serer. Tanpınar, dünyanın en güzel “striptiz”ini yaptırır İstanbul’a. Ve biz onun gözüyle Beyazıt’ı, Sahaflar’ı, Bitpazarı’nı; Ada’yı, Boğaz’ı, Üsküdar’ı, Çekmeceleri, birtakım camileri, medreseleri yeniden görürüz.
“Aşk romanı”… Bir bu değil, elbette, Huzur. Birtakım sorunların özellikle tartışıldığı, temel sorunun Batı-Doğu çatışması biçiminde görüldüğü bir tarihsel dönem içinde gerçek bir “huzur”suzluğu yaşayan bir aydın kuşağının (Cumhuriyet’in yetiştirdiği aydınlar olmasalar da bunlara, görüş ufukları bakımından, “Cumhuriyet aydınları” denebilir, bence) kendilerince bir yeni bileşime varmak çabalarının çok belirgin olduğu bir roman… Tanpınar, zaman zaman, romanın bu yanına ağırlık vermek istemiş gibi görünüyor; fakat, Tanpınar’a rağmen, ağır basan Mümtaz – Nuran ikilisinin aşkı oluyor; yalnız ağır basan da değil, Huzur’u bir roman olarak yaşatacak, sürdürecek olan da…
* * *
Huzur dört bölüm. Birinci bölüm, Mümtaz’ın amcasının oğlunun adını taşıyor: “İhsan”. “Bir ayağı sakat, çiçekbozuğu, gözlerinin içi gülen bir adam.” (s. 33): Mümtaz’ın ilk izlenimi budur. İhsan hakkında ufak tefek bilgiler veren bu bölüm (İhsan’ın asıl kişiliği sonraki bölümlerde ortaya çıkar), gerçekte, Mümtaz’ın çocukluk yıllarını, kişiliğinin oluşmasında etkisi olan olayları, İhsan’la karşılaştıktan sonraki fikrî gelişmesini anlatır.
Roman, 1938 yılında, bir “ağustos sonu sabahı” (s. 16) başlar. Sonra, 19. sayfada, bir geriye dönüşle Mümtaz’ın çocukluğu anlatılır. Mümtaz, çocukluğunda, savaşın dehşetini yaşamış, vurulan babasının ve kısa bir süre sonra ölen annesinin ölümünü görmüş, mahzun, yalnızlığı ve hayal kurmayı seven bir çocuk… “Bir faciayı bir roman gibi ve tesiri daima taze kalacak bir yaşta yaşamıştı” (s. 37).
Tanpınar, okurunun merakını uyandıracak birtakım ipuçları verir bu bölümde; Çehov’un bir sözünü anarak söylersek, ilerde patlayacak tüfeği şurasından burasından gösterir. Sözgelimi Nuran’ın adı ilk defa 17. sayfada geçer: “Mümtaz, bir yaz evvel bu sokaklarda, belki bugünkülerden birinde, Nuran’la dolaştığını, Kocamustafapaşa’yı, Hekimalipaşa’yı gezdiklerini düşünüyordu.” Sonra, beş-altı defa daha Nuran’dan söz edilir; okur, bir sonraki bölüme hazırlanır. Ve birinci bölüm, Nuran’ın boşanmış olduğu kocası Fahir’le barıştığı haberiyle biter: “Yarın İzmir’e gidiyorlar. Nikâhları orada olacak.” (s. 64). Tanpınar’ın bu bölümde anlattığı bir köylü kızı vardır, birkaç satırla bir insan gerçeği ancak bu kadar ustalıkla çizilebilir.
Birinci bölümde, ayrıca, patlamak üzere olan savaş karşısında Mümtaz’ın duyduğu dehşet, İhsan’ın hastalığıyla büsbütün sarsılışı, romanın sonunu hazırlayan ruhsal durumlar (46. ve 52. sayfalarda Mümtaz’ın çıldırmanın eşiğinde olduğu sezdirilir), Mümtaz’ın bezginliği ve ölüme bir “kurtuluş” (s. 58) diye bakması belirtilir.
“Nuran” adını taşıyan ikinci bölüm şöyle başlar: “Bu, dünyanın en basit, âdeta bir cebir muadelesini hatırlatacak kadar basit bir aşk hikâyesidir. / Mümtaz’la Nuran bir sene evvel, bir Mayıs sabahı Ada vapurunda tanışmışlardı.” (s. 66).
Yahya Kemal’de olsun, Tanpınar’da olsun, Ahmet Muhip’de olsun, yazdır aşkların mevsimi. “Rüya gibi bir yaz” (Y. Kemal) anlatır Tanpınar… Tanpınar’ın şiirlerini bilenler sık sık unutulmaz bir “yaz”dan söz edildiğini hatırlayacaklardır:
Ne güzel geçti bütün yaz
Geceler küçük bahçede…
(Bütün Yaz)
Başbaşa uzandık günlerce ıslak
Çimenlerinde yaz bahçelerinin.
(Hatırlama)
Mavi, maviydi gökyüzü
Bulutlar beyaz, beyazdı
Boşluğu ve üzüntüsü
İçinde ne garip yazdı…
(Mavi, Maviydi Gökyüzü)
Tanpınar’ın büyük ölçüde kendi yaşantısından yararlandığı belli Mümtaz’ı yaratırken. Mümtaz biraz da Tanpınar’dır. İkinci derecedeki kişileri bu kadar canlı çizmesine rağmen Mümtaz’ın kişiliğinde yer yer bulanık yanlar kalması, belki de, bundan. Çünkü ikinci derecedeki kişiler genellikle gözlem sonucu yaratılmış kişiler izlenimini veriyor; oysa insan aynı yöntemi kendine kolay kolay uygulayamaz. Ne var ki Tanpınar’ın yaşantısından yararlanması, zengin bir ayrıntı dağarcığını büyük bir ustalıkla romana mal etmesini sağlıyor; bu da romana elle tutulurcasına bir gerçeklik duygusu veriyor.
Huzur için “aşk romanı” dedim. Eklemek gerek: Değişik bir aşk romanı. Tanpınar, bir yerde, şöyle der: “Tevfik beye göre, uzviyetlerin birbiriyle tanışmasından evvel sevişmek imkânsızdı. Romancıların kabahati, hikâyelerini, asıl başlaması lâzım gelen yerde bitirmeleriydi. Çünkü asıl aşk, uzviyet tecrübesine dayanan, onunla devam eden aşktı.” (s. 180). Tanpınar, haklı olarak, “tenin ve ruhun birlikte harekete geçmesi” (s. 102) üzerinde duruyor. Fahir’le Nuran’ın ayrılmalarını açıklarken de “ikisi de birbirini çok sevmişler, fakat vücutça hiç tanımamışlar,” demişti, (s. 66) Ama Tanpınar, aydın bir kişinin aşkını pekiştirecek öğeleri de belirtmekten geri kalmaz: “Nuran sade güzel ve seven, sevilmekten hoşlanan kadın değildi. Her şeyden evvel çok iyi arkadaştı. Garip bir anlayışı, güzel şeyleri bilerek tadışı vardı. Musikiden iyi anlıyordu.” (s. 129) Bu, Mümtaz’ın Nuran’a bakışıdır. Bu da Nuran’ın Mümtaz’a bakışı: “Çünkü sevdiği adamın düşüncesini paylaşmak, onunla yol arkadaşlığı yapmak aşkın bir nev’iydi. (…) Genç kadının Mümtaz’a karşı olan sevgisinde annelik hissi, aşk, hayranlık ve biraz da minnet vardı. Bunları kendisi iyice tahlil etmişti. Beni keşfetti… diyordu.” (s. 166)
Tanpınar, aşkı, çoğu romancının yaptığı gibi, günlük hayatın ayrıntılarından, çevreden soyutlayarak, sadece bir kadınla bir erkeğin bağımsız ilişkisi olarak anlatmaz. Aşk, Tanpınar’da, soyutlanmış bir duygu değil, günlük yaşamanın bir parçasıdır. Nuran’a “İclâl realist romancılar gibidir. Günlük şeylerden başkasından bahsetmez.” (s. 98) dedirterek “realist romancılar”a biraz yukardan bakan Tanpınar’ın Huzur’da en başarılı olduğu yerler “günlük şeyler”in anlatıldığı yerlerdir. Huzur yazılmasından yirmi dört yıl sonra hâlâ zevkle okunuyorsa “günlük şeyler”in başarıyla anlatılmasına borçludur bunu.
İkinci bölüm hep o mutlu yazı anlatır. Mümtaz, İstanbul’un güzellikleri, belirli bir kültür düzeyi, bir geçmiş sevgisi içinden bakar aşka. Mümtaz’ın ruhsal çözümlemelerinde Tanpınar’ın ulaştığı başarı, Türk romanının yüzünü ağartan bir başarıdır. Bu bölümde Mümtaz’ın geçmişi değerlendirişini, kimi sorunlara bakışını da görürüz.
Tanpınar, bu arada, ikinci derecedeki roman kişilerini bir-iki cümle içinde, şaşırtıcı bir ustalıkla çizer. İşte Adile: “Yalnızlıktan korkardı, yalnız kalmaktan korktuğu için, tanıdığı insanların kendisine muhtaç olmamaları onu çıldırtabilirdi.” (s. 75). İşte Nuran’ın kızı Fatma: “Kız çok güzeldi, fakat garip bir hırçınlıkla bu güzellik kaybolmuştu.” (s. 77) İşte Sabih: “Sabih’in fikri olmasına lüzum yoktur, çünkü gazete vardır. Her cinsten gazete, onun hem okyanusu, hem gemisi, hem pusulası ve kaptanıdır. Onun için bazı mizaç değişiklikleri hariç, o gün okuduğu gazete ile beraber tabedilmişe benzer.” (s. 132) Tanpınar’ın bu alabildiğine usta işi tespitlerini okurken hep sinemadaki “optik kaydırma”yı düşünüyorum; kalemiyle yapıyor Tanpınar bu işi: “Uzaktan gözle ayırt edilemeyecek bir varlık, bir durum, bir ayrıntı üzerine hızlı bir optik kaydırma bu varlık, durum ya da ayrıntıyı bir anda seyircinin gözü önüne serer ve çarpıcı bir etki yaratır.” (Nijat Özön) Tanpınar bilincindedir yaptığı işin: “Ah, bu küçük teferruat… iki üç çizgi, birkaç konuşma parçası, işte size bütün bir hayat…” (Saatleri Ayarlama Enstitüsü, s. 266)
Yazın bitmesi sanki Mümtaz’la Nuran’ın aşklarının da sona ermesidir: “Teşrin ortalarına doğru saadetleri yavaş yavaş gölgelenmeye başlamıştı.” (s. 190) “(Mümtaz) Yazı masasını, lambayı, kitaplarını düşündü. Plaklarını gözden geçirdi. Hepsi can sıkıcıydılar. Hayat, çok defa bir şeye asılmakla kabildir. Genç adam bu mucizeli bağlanışı hiç bir yerde bulamıyordu.” (s. 205)
Üçüncü bölüm “Suad”dır. Suad’ın, “Evet, bir adımda eski, yeni ne varsa hepsini silkip fırlatmalı. Ne Ronsard, ne Fuzulî…” (s. 82) dediğini biliyoruz; bu sözler, onun kişiliğine ışık tutar. Birtakım sosyal sorunların tartışıldığı bu bölümde uzun uzun bir musikî gecesi anlatılır. Ve Suad’ın bir Dostoyevski kişisini andıran kişiliği belirtilir. İhsan, Suad için şöyle der: “Dostoyevski Suad’dan seksen sene evvel bu azabı çekti. (…) Suad’ı itham etmiyorum. Fakat onun meselelerinin, kendi günümüzün çerçevesine giremeyeceğini söylüyorum.” (s. 273)
Nuran’ın Mümtaz’dan uzaklaşır gibi olması, Adile ve Yaşar çevresinde geçen geceler, Mümtaz’ın acıları, “yarı vakitlerini yazı hatırlamakla” (s. 296) geçirmeleri ve sonunda Suad’ın bir Dostoyevski romanından çıkıp gelmişe benzeyen davranışı: Mümtaz’ın evinde kendini asarak Nuran’la Mümtaz’ın aşkına son darbeyi indirmesi…
İhsan, Suad için, “kendisine göre bir cazibesi, bir nevi zekâsı olduğu muhakkak. Ama nereye sarfedeceğini bilmeyen takımdan,” diyordu (s. 215); bu yargı, uzaktan uzağa, Stavrogin’in intiharından önce yazdığı mektuptaki bir cümlesini hatırlatıyor: “Ama gücümü uygulamam için gerekli alanı seçemedim ve hâlâ seçmiş değilim.” Ne var ki Dostoyevski’de intihar; topluma bir başkaldırma biçimidir; başka türlü bir şey yapmak imkânı olmayan insanın kendini yok etmesi biçiminde ortaya çıkan bir kafa tutma, bir protesto biçimi. Stavrogin’de sosyal anlamı olan bir hareket, Suad’da bireysel kötülük biçimine dönüşüyor. Nedeni açık: Suad’ın intiharı bir “çeviri intihar” olmaktan öteye gidemiyor!
Nuran, Mümtaz’la evlenecekleri gün gördüğü bu sahne karşısında yıkılır, alır başını Bursa’ya gider. Suad, yaşarken yapamadığını kendini öldürerek yapmıştır. “(Mümtaz) Nihayetinde Suad’ın da artık kendisini bırakmayacağını, onun da realiteleri arasına girdiğini anladı.” (s. 305) Ve romanın 66. sayfasında başlayan geriye dönüş 306. sayfada biter.
Dördüncü bölüm “Mümtaz”dır, ilk üç bölümün “muhassala”sı olan Mümtaz. Mümtaz’da Suad saplantısı ve ruhsal dengesizlik başlar. Nuran’ı kaybetmiştir; “Huzuru Nuran’da değil, içimde aramalıyım. Bu da ancak feragatla olur,” der. (s. 322) Savaş üzerine arkadaşlarıyla yaptığı konuşma… Doktorla konuşmaları…
Mümtaz, Nuran’ı kaybederse çıldıracağını daha 166. sayfada söylemişti. Roman boyunca Tanpınar, arada bir, bu çıldırma üzerinde şöyle bir durup geçiyordu. Ve Mümtaz, Nuran’ı kaybetmiştir. Mümtaz için dehşet verici olan ikinci şey, savaşın başlaması, kitabın son sayfasında gerçekleşir: “Yan pencerelerden birinde bir radyo, Hitler’in o gece verdiği hücum emrini tekrarlıyordu.” (s. 356) İhsan da iyileşmeye başlamıştır; yani Mümtaz’ı ayakta tutmaya yarayan sorumluluk duygusu da dayanağını yitirmiştir. Tanpınar, artık huzur içinde, istediği sonuca ulaşabilir: Mümtaz çıldırır.
Suad’ın kendini asması gibi Mümtaz’ın çıldırması da romanın verdiği gerçeklik duygusuna pek de uygun düşmeyen bir durum izlenimini veriyor.
* * *
Tanpınar’ın kendine özgü bir anlatımı, bir üslûbu var. Bu kendine özgülük belki gereğinden de fazla belirgin; çünkü giderek roman diliyle çelişir duruma düşüyor. Romanda dil, okurla roman arasına girmemeli. Oysa Tanpınar‘daki üslûp kaygısının sahnede “rol çalan” bir oyuncunun bir anlık beğenilme uğruna oyunun bütününe zarar vermesi gibi bir etkisi oluyor. Üslûp kaygısı, kişileri, olayları izlemeyi güçleştiriyor. “Şairane” söz etmek merakı roman üslûbuyla bağdaşmıyor. Şu örneklere bakın: “Macide yumuşak ve taze çimen rüyası sesiyle cevap verdi.” (s. 14); “Yosun bakışlı uçurum” (s. 28); “Etrafa çöken hüznün, o hatıra renkli ışığı” (s. 51); “Beyaz bir rüyayı andıran yüzünü” (s. 68): “Aydınlığın bütün sazları güneşin veda şarkısını söylemeye hazırlanıyordu.” (s. 114) vb… Tanpınar, hızını alamıyor, şiirlerinde kullandığı kimi dizeleri de cümlelerine sokuşturuyor: “Bir masal meyvasının yarım dilimine benziyordu.” (s. 163. Bkz. Şiirler, Yeditepe Yayınları, 1961, s. 34); “Anları birleştirip düz ve yekpare zaman kurabildiğim için!” (s. 217. Bkz., a.g.e., s. 7) (Böyle bir yazarlık zaafı var Tanpınar’da; kimi söz “buluş”larına pek hayran, onları tekrarlamaktan alamıyor kendini. Sözgelimi “Yaz Yağmuru” adlı hikâyesi şöyle biter: “Hayatına bütün müdahalesi kendi kendisini göz hapsine almaktan ileriye gidemiyordu.” Bir başka romanında da, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde, 145. sayfada şu cümleyi okuyoruz: “Bunları hatırlar hatırlamaz, oraya, kahveye, az çok benden başka türlü yaşayanların, kendilerini hiç olmazsa benim gibi göz hapsinde tutmayan insanların arasına gidiyordum.” Bir karikatüristin daha önce çizdiği bir karikatürdeki çizgileri tekrarladığını düşünün; Tanpınar’ın bu tutumu onu hatırlatmıyor mu? Oysa sanatçı, yalnız başkalarından değil, kendinden de “intihal” yapmaz.)
Şairane ve süslü söz etmek merakı roman kişilerinin konuşmalarına da zarar veriyor. Büsbütün ayrı bir kişilikte olan Suad bile, bir bakıyorsunuz, “Bir çingene bize çiftenârasıyla gül yüzlü fecri gecenin içinden yavaş yavaş tulumbadan su çeker gibi çekti,” deyivermiş! (s. 259) Mümtaz, “Aşk… Hayatın gülümseyen yüzü” mü dedi, Nuran’m cevabı “Ayın çamaşırları yıkanıyor”dur (s. 168). Bütün roman kişilerini aynı biçimde konuşturmak, Kemâl Tahir’de olduğu gibi, Tanpınar’da da hemen göze çarpan bir kusur.
Bir de “felsefe yapmak” ya da “büyük lâf etmek” merakı var Tanpınar’ın, felâket! Öyle cümleleri var ki okurken insanın tüyleri diken diken oluyor. Sözgelimi güvercinleri anlatırken, “Oburluklarına, insan sevgisini fazla istismar etmelerine rağmen, güzel şeylerdi. Bilhassa insana itimat etmeleriyle güzeldiler” mi dedi, bırakmıyor burada, roman için gerekli bu iki satırdan sonra şu gereksiz dokuz satırı yazmaktan alamıyor kendini: “İnsanoğlu böyleydi; kendisine emniyet edilmesinden hoşlanırdı. Bu onu hayatın efendisi, büyük ve tek yapıcısı vasıflarında içten doyuran duygu idi. Kısa ve ıstıraplı ömrüne, budalalığına ve hodbinliğine rağmen bu sakat ve eksik doğmuş Tanrı bu emniyeti kendisi için tek ibadet bilirdi. Buna rağmen onu yalancı çıkarmaktan da hoşlanırdı. Çünkü değişmesini, kendisini ayrı ayrı anlarda, vaziyetlerde idrak etmesini de severdi. Çünkü hodbindi; çünkü içindeki konuşma bir taraflı değildi.” (s. 40) Ben de “Adanalı Arif” gibi söyleyeyim: “İyi mi efendi?” – Örnekleri istediğiniz kadar artırabilirsiniz.
Öyle sanıyorum Tanpınar da bu zaafının farkındaydı. 62. sayfadaki “nizamsız düşünceler” sözü; Suad’ın mektubunda Mümtaz’a “o acaip üslûbunla” (s. 312) diye çıkışması; Mümtaz’ın, çıldırmak üzereyken, Suad’ın hayaline “Bırak bu mânâsız benzetmeleri… Bir şeyi öbürüne benzetmeden konuşamaz mısın?” (s. 353) dedirtmesi, bir bakıma, Tanpınar’ın özeleştirisi olarak alınabilir.
Ayrıntıları seviyor Tanpınar ve alabildiğine ustaca kullanıyor. Müthiş bir “göz”ü var Tanpınar’ın. Romanın bir yerinde “pencereden bir fütürist tablo gibi sade göz, sade kulak ve tecessüs, yahut arzulu kadın başları uzanıyor,” der. (s. 26) Tanpınar “bir fütürist tablo gibi” diyor; sinemanın böylesine yaygınlık kazandığı günümüzde yaşasaydı “ayrıntı çekimi” derdi, sanıyorum. Çünkü, Huzur’u okurken, Tanpınar’ı yazı yazarken değil de hep elinde kamera çalışırken düşündüm; dikkati özellikle “ayrıntı çekimi”ne yönelik bir sinemacı…
Tanpınar’ın kullandığı ayrıntılar, romanını zenginleştirici, gerçeklik atmosferini yoğunlaştıran, çağrışım ve anlatım güçleri olan ayrıntılar. Ama bazen, ayrıntı düşkünlüğü yüzünden, anlattığı kişinin o andaki ruhsal durumunu unuttuğu da olmuyor değil. Sözgelimi, Mümtaz, hasta bakıcı aramak için gittiği bir evden bu evde öğrendiği “aile faciası”nı düşünerek çıkarken, bir iki satır aşağıda Tanpınar Mümtaz’a şu gözlemi yaptırmaktan kendini alamaz: “(Evin) Dışardan dökülmüş boyasına rağmen ne kadar itinalı yapıldığı görülüyordu. Pencere kenarları, cumbalar, çatı, hep inceden inceye yontulmuştu. İki yandan beş ayak merdivenle kapısına çıkılıyordu…” (s. 17) Bir “aile faciası” ile üzgün bir kişi, öyle sanıyorum, o anda pek farkına varamaz bu ayrıntıların!
Tanpınar kadınları da büyük bir ustalıkla anlatıyor; hem ruhsal çözümlemelerde o büyük ustalığını sürdürüyor, hem kadınların dış görünüşlerini anlatmakta. Tanpınar’ın kadın giyimi konusundaki dikkatini hiçbir “erkek romancımızda görmedim (Bkz. s. 63,103, 110, 131).
* * *
Tanpınar’ın roman kişilerinin ağzından açıkladığı sosyal görüşleri üzerinde topluca durmak istiyorum.
Tanpınar’ın roman kişileri aydınlar (İhsan lisede tarih öğretmenidir, Mümtaz Edebiyat Fakültesi’nde asistandır), eski konaklardan, yalılardan kalan döküntülerdir; büyük şehrin yalnızlığı içinde yaşayan insan tekleridir; halkla en küçük bir ilişkileri yoktur. Halktan kişiler, romana, Mümtaz’ı sandalla gezdirmek için girebilirler ancak. Mümtaz’ın gözünde halk “Hayatlarını, hiçbir zaman öğrenemeyeceği insanlardı.” (s. 309) Bunun için, onları tanımak yerine onlara gönlünce biçimler vermeyi yeğler: “O (Mümtaz) bütün başları Hayyam’ın anlattığı testici gibi eline alıyor, içten ve dıştan işliyor, çizgilerini değiştiriyor, boyuyor, vernik, cila sürüyor, gözleri dalgın, dudakları daha yumuşak yapıyor, gözlere hasretten, ümitten yepyeni ışıklar koyuyordu.” (s. 105) İhsan da halktan uzaklığının farkındadır, “Halkımıza ve hayatımıza ne kadar yaklaşırsak o kadar mesut olacağız,” der. (s. 275) Eklemek gerek: Halk türküleri dinlerken söyler bunu!
Ne var ki bu çevrenin 1937-1938 yıllarında yaşadığını, düşündüğünü, tartıştığını unutmamak gerek.
Huzur’da, Cumhuriyet aydınları, yaşama koşullarının değiştirilmesi yolunda Cumhuriyet döneminin uğradığı başarısızlıklar karşısında, bu başarısızlıkların nedenlerini tartışıyorlar, bir çıkış yolu arıyorlar. İhsan, “Yeniye başından itibaren bizim olmadığı için şüphe ile, eskiye eski olduğu için işe yaramaz gözüyle bakıyoruz,” der (s. 223); “Yeni” dediği “Batı”, “Eski” dediği “Doğu”, daha doğrusu “kendi geçmişimiz” dir. İhsan, “Ne yapmalı?” sorusuna, “Zaten yapılacak şeyin ne olduğunu bilsem burada sizinle konuşmam,” der, ama, çözüm yolları önermekten de geri kalmaz. İhsan’a göre çözüm yolu ikidir: 1) “Evvelâ insanı birleştirmek. Varsın aralarında hayat standardı yine ayrı olsun; fakat aynı hayatın ihtiyaçlarını duysunlar… 2) Mâzîyi ihmal edersek hayatımızda ecnebi bir cisim gibi bizi rahatsız eder, terkibin içine ister istemez sokacağız.” (s. 227) Gene İhsan’ın bir düşüncesi: “Tabiî şekilde ihtilâl, halkın veya hayatın, devleti geride bırakmasıyla olur. Bizde ise hayat ve halk, yani asıl kütle, devlete yetişmek mecburiyetinde.” (s. 293)
Görülüyor ki İhsan toplumun bağımsız bireyleri olarak bakıyor insanlara. Su nelerden meydana gelir? Oksijen ve hidrojenden. Toplum? İnsanlardan. Budur İhsan’ın topluma ve insana bakışı. Bunun için insanlar arasında sadece “hayat standardı” farkı görüyor. Hayatın ve halkın “devlet”e yetişmek zorunda olduğunu söylemesi de çok ilginç.
Tanpınar’ın Doğu-Batı bileşimi adı altında yapmaya çalıştığı şey, geçmişimizi toptan yadsıyan küçük burjuva bürokrat görüşü ile geçmişin kültürünü tanımış ve sevmiş, “kökü mâzîde olan âtî” (Yahya Kemal) olmak isteyen aydının görüşünü uzlaştırmaya çalışmak gibi görünüyor ilk bakışta. Ama “uzlaştırmak” bile denemez buna; küçük burjuva bürokrat görüşünün özüne hiç dokunmadan, bu görüşün halkı yönetimin dışında bir “nesne” gibi gören anlayışını olduğu gibi alarak, sosyal sınıfların varlığını yadsıyan görüşünü olduğu gibi alarak, “devlet”i küçük burjuva bürokratıyla özdeşleştiren görüşünü olduğu gibi alarak, “mâzi’yi bu görüşe bir pudra gibi, bir allık gibi sürmek, böylece bu görüşü (Türkiye gerçeklerini görebilmek ve doğru düşünebilmek için yanılgıları ve gerçek niteliği gösterilerek tarihin çöp kutusuna atılması gereken bu görüşü) daha sevimli hale getirmek çabasına girişmek… Nesnel açıdan değerlendirince, Tanpınar’ın yaptığının bundan başka bir şey olmadığı görülüyor. (Tanpınar’ın 1942-46 yıllarında C.H.P. milletvekili olduğunu hatırlayalım!) Tanpınar, bir ekonomik kalkınma meselemiz olduğunu biliyor, ama ekonomik kalkınmanın sadece teknik-ekonomik bir mesele olmadığını, her şeyden önce bir siyasî iktidar meselesi olduğunu ve bu iktidarın iç sosyal güçlerle ve dünya ile ilişkilerini anlamaktan çok uzak. Bunun için de, genellikle, meseleleri “baş aşağı” koyuyor; temeldeki bozuklukların yüzeydeki belirtilerine gene yüzeysel (daha doğrusu üst-yapısal) çözüm yolları arıyor. Ve bu çözüm yollarını da sadece sohbetler içinde arıyor; memleketin bunca meselesini tartışan aydınların en küçük bir eyleme niyetleri yoktur. Mümtaz, “dünyayı ıslaha kalkmamayı” (s. 113) bir erdem olarak görür; böylesi insanlar “nefislerine sadık olarak yaşamanın sırrını bulmuşlar. Öbürleri[2] kendilerini aldatıyorlar gibi geliyor bana…” der. (s. 113)
Bir romanda bir mesele konmak isteniyorsa, bu meselenin doğru konması bile başlı başına önemli bir şeydir; çözüm yanlış olabilir, o başka mesele. Ama Tanpınar, meseleleri, çözmek bir yana, doğru da koyamıyor. Bunun için o sayfalar boyu tartışmalardan bizde kalan tek şey şu oluyor: Cumhuriyet aydınlarının Cumhuriyet döneminin başarısızlıkları karşısında soyut düşünce düzeyinde kalan tedirginlikleri, tepkileri, arayışları, “huzur”suzlukları… Ama bu tedirginliklerin, bu arayışların bir “kaçış”la içice olduğu da pek açık: Tarihe kaçış, musikiye kaçış, İstanbul’un güzelliklerine kaçış…
* * *
Sosyal özü bakımından yetersizliklerine, Tanpınar’ın süslü cümle yapmak merakına, büyük laf etmek tutkusuna rağmen Huzur’u seviyorsam, bu, Mümtaz’la Nuran’ın büyük bir sanat gücüyle anlatılan o unutulmaz aşklarının etkisinden olsa gerek diyorum. Bir de şehir romanın, aydın roman kahramanlarını özlemenin etkisi olabilir. Şu içinde yaşadığımız “huzur”suz dönemde, “aşkı bu kötü dünyamızda tek kurtarıcı” (s. 201) sayan bir romanı okumanın acaba bize farkında olmak istemediğimiz bir “kaçış” (geçici de olsa) sağlamasının da payı yok mu diye de düşünmüyor değilim…
Gene de, hemen hemen, her akşam üstü yürüyerek geçtiğim Köprü’den, şimdi, Tanpınar’ın o çok sevdiği Üsküdar’ın sisli ışıklarını seyrederek geçerken, Mümtaz’la Nuran’ın o mutlu yazını, hayatlarının o bir “mısra-ı berceste”ye benzeyen mevsimini düşünüyor ve Ehrenburg’un yıllarca önce okuduğum bir romanından bende yaşayan tek cümleyi hatırlıyorum: “Benim sana rastlamam gökyüzünde bir yıldızın bir başka yıldıza rastlaması kadar güçtü; kaybetmek için mi buldum ben seni…” Ve bir şeyleri yitirmiş olmanın acısıyla bir şeylerin bulanık özleminin birbirine karıştığı bu akşam saatlerinde, “içmek”le “okumak” arasında seçme yapmanın alabildiğine güçleştiği bu saatlerde, hep Ahmet Muhip’in nicedir aklıma gelmeyen iki dizesini tekrarlıyorum:
Aşklar uçup gitmiş olmalı bir yazla
Halay çeken kızlar misali kolkola
(Yeni Dergi, sayı 102, Mart 1973, s. 22-37)
[1] Tercüman’ın 356 sayfalık bir romana 10 lira fiyat koyması, Tanpınar’ı okumak isteyenlere gerçek bir hizmet. Ne var ki bir kitabın yanlışsız basılmasına özenmek de en azından fiyat kadar önemlidir. Üşenmeyip tesbit ettiğim dizgi yanlışlarının sayısı tam 961 Ayrıca, 122. sayfanın 6. satırından sonra bir atlama var. Bir de çok feci bir dizgi yanlışı var ki Saatleri Ayarlama Enstitüsünün 204. sayfasında “Sabriye” yerine “Samiye” dendiğini bilen okurlar bu yanlışın suçunu da Tanpınar’a yükleyebilirler. 74. sayfanın 10. satırında “İhsan”in adı geçiyor ve okurken Tanpınar’ın “Mümtaz” yerine dalgınlıkla “İhsan” dediğini sanıyoruz. Remzi Kitabevi’nin yaptığı ilk baskıya bakınca bunun doğrusunun “İhsan” değil “İnsan” olduğu görülüyor! (EN.)
[2] Yani dünyayı ıslaha kalkanlar. (EN.)