TANPINAR’IN DURMUŞ SAATİ
Enis Batur
Tanpınar’ın kanımca trajik özelliği ağır basan şiir serüvenini iğdiş eden iki “baba” vardır: Yahya Kemal ve Paul Valéry. Şiirler‘e sinmiş cüretsizliğin altında bu iki dev gölgenin ezici varlığı okunur: Tanpınar’ı şiire çağıran da, ona şiirini yazdırtmayan da onların biricik, fütursuz, hatta yapayalnız “duruş”larıdır.
Yahya Kemal’in eşiğinde şiire başlayan Tanpınar, gecikmeden Valéry’nin dünyasına çakılır. İki örnek de, bir çağın bitişiyle yenisinin başlayışı arasında köprü işlevi gören, üstelik geçişi görmekle yetinmemiş, bir bakıma bunu sağlamış olma ayrıcalığını da taşıyan bir konumdadırlar. Onları hazırlayan, öte yandan da kopuşa zorlayan depolarla da yakından ilgilenir gerçi Tanpınar: Hem Divan Şiirine, hem de başta simgeciler olmak üzere Romantizm’in geniş yelpazesine enikonu hakimdir. Üstelik bu konuda, yan örneklere (Hérédia, Coppée, Régnier) saplanan Yahya Kemal, Tevfik Fikret ve Ahmet Haşim’den farklı olarak Baudelaire’i, Rimbaud ve Mallarmé’yi doğru mercekle görmeyi de başarır. (Bugün yeterince önemi kavranamayabilir bu farklılığın; oysa pek çok açıdan düzyazıda öncülük etmiş olan Halit Ziya’nın Sanata Dair’de toplanan yazılarında simgeci şairlere yaklaşımına bir göz atmak bile bu yazarımızın bakışını dağlamış “Hachette İdeolojisi”ni apaçık kılmaya yetecektir.) Ne olursa olsun, bu hakimiyet Tanpınar’ı köktenci bir çıkışa zorlamamıştır. Yahya Kemal ve Valéry’de ortak kaygı olarak görebileceğimiz matematiksel arılığı hedef tutmuş, ama ne ilkinin sancısını, ne de ikincisinin soğuk cebirinin uç noktaya gidişini kendi şiirine aktaramamıştır.
Aslına bakılacak olursa, gözümüzün önünde düzyazı ürünleri olmasaydı, Tanpınar’ın şiirleri üzerinde bu açıdan uzun uzadıya durmayı gerektirecek bir neden de kalmayabilirdi. Oysa romanesk dünyasının iskeletini oluşturan bireysel sancıların haslığı, başta Beş Şehir olmak üzere denemelerinin pek çoğuna sokulan, hatta yer yer büyük hovardalıkla satırdan satıra geçen poetik işlemin yoğunluğu bizi ıskalanmış bir şiirin karşısında kıvrandıracak türden işaretlerle doludur. Oğuz Demiralp’in, deli saçması bir yığın kitabın çıkabildiği ülkemizde hâlâ yayıncı bulamamış “Kutup Noktası – Tanpınar’ın Dünyasına Giriş”de büyük ustalıkla üzerinde durduğu “yalnızlığı”, mahur bestecinin nesrine özgü bir konum olarak görüyorum ben: Şiirlerini kurarken gösterdiği cesaretsizlik, aslında hayatını da damgalayan “oyalanma” ve “gecikme” eğilimlerine koşut olarak okunmalıdır: Yahya Kemal’den kurtulmakta, Paris’e gitmekte, romanlarını yazmakta kısacası “arayış”tan -onu şüphesiz bütün bütün terketmeksizin- “buluş”a geçmekte gösterdiği gecikme dirayetini neyse ki denemelerinden geniş çapta esirgemiştir.
Ne var ki, Tanpınar’ın yalnızlığı bir tek o burçta doğrulanabilmiştir. Yahya Kemal ve Valéry’nin çıktıkları doruklarda, ister “büyük ve gamlı bir kuş”, ister “vakur ve soytarı müessese” olarak görülsünler, oraya çıkmak için giyindikleri korkusuz edanın eşliğinde doymuş (ve doyurmuş) oldukları kanısındayım ben.
Tanpınar’a gelince: “Parricide”e uzanamayan el şiire de uzanamamıştır.
(Şiir Atı, sayı 3, Nisan 1987, s. 25-26)