AHMET HAMDİ TANPINAR
Birol Emil
Gerçi o da ölüm meleğinin sinsi ve ısırıcı soluğu ile peşine düştüğünü, kaderin büyük çarkının bir zamandan beri kendisi için de dönmeye başladığını hissetmişti. Fakat hiç kimse ve hiçbirimiz kaybının bu kadar birdenbire ve kat’i olacağını düşünemiyorduk. Bu sebepsiz değildi. Ne kendisi ölüme böylesi bir sonla ve vakitsiz razı olanlardandı, ne de bizler hayatımızda görmeğe alıştığımız insanı artık sadece bir hatıra olarak yaşatmaya alışabilirdik.
Bununla beraber üniversitede, son sınıfa yaptığı dersleri dikkatle dinleyenler ve bazı konuşmalarına şahit olanlar garip bir ısrarla ölüm fikri üzerinde nasıl durduğunu, Yahya Kemal vesilesiyle nasıl bu fikrin vehim ve korkularında hapsolduğunu hatırlayacaklardır. Lâkin, her şeye rağmen, ölüm için kendini henüz genç buluyordu. Elinin altında ve tasavvur halinde daha pek çok çalışması vardı. Fakat bizim fâni zaman ve kâinatımızın nizamından çok başka türlü kurulu olan kader saatinin, bu defa, onun için çalması mukaddermiş.
Öldü ve biz, önce en korkunç bir hayretle vurgun, sonra da ne yapacağını bilmeyen insanların perişanlığı içinde sevgimiz, hasretimiz ve artık onun her şeyinden mahrum talihimizle başbaşa kaldık.
Talihimizle derken hiç de mübalağa etmiyorum. Filhakika, talih dediğimiz şeyin, neticede ömür boyu kazanılacak birkaç insana, birkaç büyük ve zenginleştirici tecrübeye, bazı dayanak noktalarına sahip olmak, en güzel ve en asil şekliyle birkaç şahsiyeti sevebilmek mânâsına geldiği düşünülürse bu kelime kendiliğinden bir anlam kazanır.
O halde tereddütsüz söyleyebilirim: Ahmet Hamdi Tanpınar benim ve benim gibi daha nicelerinin hayatına sadece o parıltılı mısralar, sadece o harikulade nesirler, birkaç roman ve hikâye kitabı, “Bazı dikkatler” ve hükümler şeklinde değil, belki bunların hepsini kapsayan, yahut da büsbütün başka bir talih olarak girmişti. Yakaladığı anda bize kendini kabul ettiren ve bir daha ayrılmak istemediğimiz sağlam, güzel ve zengin, çok defa da şaşırtıcı, sevgi ve rüya dolu bir talih…
Ben bu talihi boş ve hülyalı saatlerimi Huzur’un sayfalarında dinlendirirken, sevdiğim insanlara “Hatırlama”nın veya “Bursa’da Zaman”ın mısralarını tekrarlarken, yahut başka bir şekilde o, kendine has jestleri, daima yumuşak ve hiddet anlarında bile güzel bakışları, bazen heyecanlı, bazen bitkin sesiyle karşımızda konuşurken hissettim ve yaşadım.
Gene bu talih çok zaman önce ve nasıl olduğunu hâlâ anlayamadığım bir tesadüfle hayatıma girmişti. O vakitler, yolunu henüz tam bulamamış, ufkunu arayan, bazı değerlerin peşinde ve birtakım yeni tecrübelerin eşiğinde olan bir üniversite talebesiydim. Ahmet Hamdi Tanpınar bir buçuk aydan beri hocamdı. Kendim için çok yüklü bulduğum derslerine alışmaya çalışıyor, her yeni ve güzel olana duyulan o hayranlıkla cümlelerinden, konuşmalarından parıltılar kapmak istiyordum. Fakat anlıyordum ki o sadece derslerinden ibaret değildi. Kendisini derslerin dışında, başka yerlerde de aramak lâzımdı. Bir gün, çok sevdiğim bir arkadaşımın tesadüfen mırıldandığı “Bursa’da Zaman”ın mısraları o vakte kadar farkında olmadığım bir güzellik duygusuyla içime yerleşti ve o andan itibaren ben, gittikçe derinleşen bir hayranlığın ve sevginin bir çeşit talihim olduğuna inanmaya başladım.
Kaç kere, cebimde, onun şiirlerini itina ile yazdığım küçük mavi defter, içim az evvel okuduğum mısraların tahassüsleriyle zengin ve başım hülyalı Yüksek Öğretmen Okulu’na döndüm. Kaç defa yalnız bana ait zannettiğim duyguları, hattâ kelime ve cümleleri bile, bir başka sefer, onun eserlerinde bularak üzerimdeki tesirine hayret ettim. Huzur’u okuduğum günler zaman itibariyle en zengin hatıralarımla yüklüdür. Edebiyat Tarihi’ne uyanık bir dikkat ve her cümlenin tadını çıkara çıkara, üslûbuna kapılıp sonra tekrar baştan ala ala sarıldığım saatler… Hikâyeleri, gazete ve dergilerden ezberlercesine okuduğum makaleleri… Ve hepsinin üstünde Beş Şehir…
Ahmet Hamdi Tanpınar şâirdi. Ancak bir kısmını yayınlayabildiği şiirlerinden yarma kalacak olanlar sanıldığından fazladır. “Eşik”, “Bursa’da Zaman”, “Her Şey Yerli Yerinde”, “Zaman Kırıntıları”, “Hatırlama”, “Ne İçindeyim Zamanın”, “Musiki”, “Mavi, Maviydi Gökyüzü”, şu anda sadece yazabildiklerimdir. Bununla beraber, sanatta kolayı arayan ve acele yaşamak isteyenler bu şiirlerde aradıklarını bulamazlar. Ancak sanatın ciddiyetine, yaratış kadar anlayışın da bir çile olduğuna inananlar ve şiiri alışılmışın, basma-kalıbın üstünde düşünenlerdir ki Tanpınar’ın mısralarında kendi iç-sorularının cevaplarını, kendi zevklerinin tatminini ve nihayet kendi “Gök bahçelerinin tılsımlı gülleri”ni bulacaklardır.
Renk, parıltı, imaj, peyzaj, düşünce, duygu, ihsas, ritm ve bütün bunları içten içe idare eden musikî onun şiir dünyasını dokurlar. Mısraların, çok defa, ilk okunuşta kendilerini vermemelerinden de anlaşılır ki, kelimeler, daha da zenginleştirici bir esrara bürünmüşlerdir ve bu itibarla onun şiiri en geniş manâsıyla bir telkin estetiği, yan şuur, yarı iç dünya ve rüya muhtevasıdır.
“MUSİKİ”yi okuyalım:
Bu çılgın uyanış her düşünceden
Üst üste ve zâlim, bir kader gibi,
Bir melek uzanmış siyah geceden
Mahur sularında tutuştu gemi.
Kimdir yıkananlar bu loş çeşmede
Tekrar doğar gibi ay ışığından?
Bir altın uçurum derinleşmede
Ve meçhule doğru süzüldü kervan.
Ey bitmek bilmeyen hıncı zamanın!
Her şey bana karşı kendi içimde,
Renk ve büyüsüyle bakışlarının
Musiki hâtıran gibi peşimde.
Ahmet Hamdi Tanpınar büyük naşirdi. Hattâ denebilir ki kendisinin asıl vasfı budur. Şairliğinden, dili bir kuyumcu titizliği ve sabrıyla işlemesinden gelen bu vasıf, onun şahsiyetini veren tarafıdır. Beş Şehir ve Huzur’un o ışık ve renk külçesi halinde kendi parıltılarında kamaşan cümlelerinden gazete makalelerine kadar her eserinde bu üslûp cehdini görmek kabildir:
“Çok defa Osmanlı inkırazını düşünürken hatırıma 1914 yazında son mehtap âlemlerinin başkalarından dinlediğim hikâyesi gelir. Ve yıkılan imparatorluğu, ay ışığının altın bir uçurum yaptığı sularda saz sesleri arasında batan bir masal gemisine benzetirim” cinsinden cümlelerin sanatkârı, hiç şüphesiz, Türk nesrinde müstesna bir yeri fazlasıyla hak etmiştir.
Ahmet Hamdi Tanpınar romancı ve hikayeciydi. Kitap halinde yayınlanmış Huzur (1949), Saatleri Ayarlama Enstitüsü (1961), yarım kalmış Mahur Beste (1944-45) romanları ve Abdullah Efendinin Rüyaları (1943), Yaz Yağmuru (1955) gibi hikâye kitapları onun bu cephesini ortaya koyan eserlerdir. İnsan olarak ferdî şuur-altımızın derinliklerine inmek, iç-âlemlerimizin ötelerinde keşfedilmiş birtakım gerçekleri şuurun aydınlığında görmek istediğimiz her an, bu eserler bize kendiliklerinden geleceklerdir. Ayrıca, millet halinde “kendi kendimiz olmak” meselesinin en zengin çözümünü, yeni Türkiye’nin hayatında Şark ve Garb’ın paylarını, sonra içtimaî hicvin en güzelini Beş Şehir’le beraber bu eserlerinde bulacağız. Türk edebiyatında Saatleri Ayarlama Enstitüsü kadar cemiyetimizi ve müesseselerimizi kendi gülüncü içinde yakalayan ve çok keskin bir zekânın hicvine teslim eden bir başka eser hatırlamıyorum.
Ahmet Hamdi Tanpınar fikir adamı, edebiyat tarihçisi ve denemeciydi. Fikir, onda duygunun içine sinmiş şekliyle de olsa, şiir ve nesrini besleyen ana kaynaktır. Ancak bu basma-kalıp, tıkız ve tekrardan ibaret bir unsur değildir. Her an değişen ve bir öncekinden daha yeniye doğru çalışan bir dimağın mahsulüdür. XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi (İlk baskı 1949, 2. baskı 1956) her satırında ilim ve sanatın birlikte yürüdüğü büyük terkip eseridir. Edebiyat tarihimiz sahasında belki pek az şey, bu kitabın bin sabırsızlıkla beklediğimiz ikinci cildinden mahrum kalışımız kadar telâfisiz bir kayıp olmuştur. 1. cildin ikinci baskısına ilâve edilen “Giriş” kısmını dikkatle okuyanlar, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın eski şiirimizi nasıl değerlendirdiğini göreceklerdir. Şimdiye kadar ya dış şartlar içinde eritilerek bir tarih ve medeniyet vakıası şeklinde, ya yalnız bir mazmun edebiyatı olarak, yahut da son derecede yuvarlak ve sathî birtakım hükümlerle ele alman Eski edebiyatımız, onun “teklif” adını verdiği görüşleriyle bambaşka bir zaviyeden mütalâa edilmiştir. Eski şiirimizdeki mazmun ve hayaller dünyasının bir saray istiaresi etrafında kurulduğunu, bu edebiyatın Türkçe aruz mısra’nın tekâmülü olarak ele alınmasını söylediğinden beri Eski edebiyat mütehassıslarımızın önünde yeni dikkat ve inceleme sahaları açılmıştır.
Bu arada şunu da söyleyelim: Biz Divan edebiyatının da bir estetiği olduğunu ondan öğrendik. Bazı derslerinde Eski şiirin bahçelerinden öyle çiçekler toplar ve onları o kadar canlı renklerle önümüze sererdi ki hayret ederdik. Hele bir iki cümleyle en özlü mânâlarını verişi? Filhakika biz, bazı mısraları onun sanatkâr zevkinin ve seçiciliğinin telkinleriyle birleşip hafızalarımıza mal olduktan sonra sevmeye başladık:
Böyle bî-hâlet değildi gördüğüm sahrâ-yı aşk
Anda mecnûn bîdler âvâre cûlar var idi
Hac yollarında meş’ale-i kârban gibi
Erbâb-ı aşk içinde nümâyansın ey gönül
Belâ mevc-âver-i girdâb-ı hayret nâhüdâ nâbûd
Adem sahillerin tuttu dirîga bang-i nâ mevcûd
Kalkmış Huda’ya doğru açılmış sefinede
Erbâb-ı neş’e mest gider nâhüdâ içer
gibi beyitleri ve meselâ:
Perişânî-yi gam menşuruna tuğra mıyım bilmem
veya:
Neler çeker bu gönül söylesem şikâyet olur
cinsinden mısra’ları onun ağzından dinlememiş olanlar, eğer edebiyatçı iseler, kendilerini pek talihli saymasınlar.
Beş Şehir’‘den bahsetmeye lüzum var mı? Pek az eser kendi nev’inde yegâne olan bu şaheser kadar yaratıcısına daha hayattayken ebediyeti vadetmiştir. Onu sadece bir kültür denemesi saymak yanlıştır. Bu küçük kitap bizim kültür ve medeniyet maceramızı o pırıl pırıl üslubuyla anlatan parça parça bir romandır. Zira Tanpınar gördüklerini ve bildiklerini ne bir ilim adamı katılığı ve ne de yalnız bir vakıa tesbitçisi uygusuzluğu ile vermiştir. Kendisinin bir kalb adamı olduğu en çok bu eserde bellidir. O beş şehrimizin macerasında, bütün tarih ve medeniyetimizi bir rüyada gibi yaşamış, âdeta kanında duymuş, nabzında hissetmiştir. En iyisi, 2. baskıya koyduğu önsözden şu parçayı okumaktır:
“Fakat ben bu meselelere hayatımın arasında rastladım. Onlar bana Anadolu’yu dolduran Selçuk eserlerini dolaşırken, Süleymaniye’nin kubbesi altında küçüldüğümü hissederken, Bursa manzaralarında yalnızlığımı avuturken, divanlarımızı dolduran kervan seslerine karışmış su seslerinin gurbetini, Itrî’nin, Dede Efendi’nin musikîsini dinlerken geldiler.
Bir kelime ile benim için bu meselelerin kendileri kadar onların bana gelişleri, ruh hallerimi benimseyen içimdeki yürüyüşleri de mühimdi. Zaten kitap, parça parça yaşanmış şeylerden doğdu…”
Nihayet Ahmet Hamdi Tanpınar bize milliyetçiliğin sanat planında ne olduğunu öğreten nâdir sanatçılarımızdandır. Onun nazariyesi gösterişten, slogandan, yaygaradan uzaktı. Bir millet tarihiyle, mâzisiyle, sanat değerleri ve ecdat portreleriyle nasıl sevilir, bütün bunlar şahsî bir macera gibi nasıl yaşanır ve sonra nasıl dilin nadide mısraları ve en güzel nesirleri halinde şiiri eştirilir… Bu soruların cevabını hep onun eserlerinde bulduk. Huzur, Beş Şehir ve İstanbul’un kendine ait kısmını okuyan tek bir aydın tasavvur edilemez ki tarihine, mazisine, diline ve sanatına karşı derin bir sevgi duymasın. Tanpınar mektebinden geçen tek bir kimse düşünülemez ki mazi daüssılası denen, bizi bazen bir eski bestede, bazen bir mısra’da, kâh bir kitabe ve bir türbe karşısında, kâh bir ecdat yadigârı şehirde birdenbire zapteden bu hasret duygusunu hissetmemiş olsun.
Fakat neden onu mutlaka eserlerinde aramalı? Bunların hepsi sanatın ebedî semasında nasıl olsa birer yıldız talihiyle burçlarına çekilecekler. Nasıl olsa, saf şiire susadığımız her an, onun mısra’larının billurundan boşanan pınara gene koşacağız. Gene Yeşil Cami’ini veya Türbesini dolaşırken kendimizi bir ledünni bahar ortasında zannedecek, sevdiğimiz genç kızı, “Bursa’da Zaman”ın telkinleriyle daha güzel, daha manâlı ve daha vazgeçilmez bulacağız. Ve bir aşktan arta kalanlar, hazanlaşmış sevgilerini “Her Şey Yerli Yerinde”yi hatırlayarak içleneceklerdir:
Her şey yerli yerinde…
Bir dolap uzaklarda Azapta bir ruh gibi gıcırdıyor durmadan,
Bir şeyler hatırlıyor belki maceramızdan
Kuru güz yaprakları uçuşuyor rüzgârda.
Lâkin kalb ile dimağın o kadar zengin şekilde âhenkleştiği, o sevginin, sanatın ve kültürün terkibi olan, o herkesi sevmeyi ve affetmeyi bilen insan… Bundan sonra İstanbul manzaralarından, sisten ve lüfer avlarından, yanından bizim görmemek için başımızı çevirip geçtiğimiz Haliç akşamlarından, Yeniköy mehtaplarından, Bursa saatlerinden kim bahsedecek? “Nevâ”nın ve “Ferahfeza”nın “hayret burçları”nı artık kimin kaleminden bir musikî dinler gibi okuyacağız? Ve kim, bundan sonra, şehirlerin sadece bir tarih değil, aynı zamanda bir sanat hadisesi olarak fethedilebileceğini “Bursa’da Zaman” gibi bir zaferle gösterecek?
Bir milletin kültüründe belki en büyük talihsizlik, tek başına bir kâinat kurmuş şahsiyetlerin, arkalarında ancak kendi mevcudiyetleri ile doldurulabilen bir boşluk bırakarak göçmeleridir. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ölümü, bizim kültürümüzde bu boşluğu bir defa daha açtı. Şimdi onun kâinatından arta kalanlar, bundan böyle, yalnız “güvercin topuklu sükûf’un dolaştığı o muzlim boşlukta hâtırasının ve eserlerinin kaybolmamasına çalışacaklardır.
(Türk Yurdu, c. III, sayı 5, Ağustos 1962, s. 49-50).