On Yılların Dikkatsizliği
Asım Öz
Doğrusu İbnülemin Mahmut Kemal İnal’ın Ahmet Hamdi Tanpınar’a etkisinin peşine düştüğümde nelerle karşılaşacağımı tam olarak bilmiyordum. El yordamıyla ilerlemeye çalıştığım bu vadide meseleyle doğrudan ilgili olmayan epeyce mektup, hatırat ve anekdotla karşılaştım. İbnülemin’in Son Asır Türk Şairleri kitabının iki binli yıllarda yapılan basımının ne kadar kötü olduğunu fark ettim mesela. Zaten sözünü ettiğim bu farklılıkla karşılaşma durumu olmasaydı elimdeki bazı yazılara mesafeli yaklaşma düşüncesi de gerçekleşmeyecekti.
Ahmet Hamdi Tanpınar, İbnülemin Mahmut Kemal İnal[1] hakkında iki yazı kaleme almıştır. Yazılardan ilki “Büyük Muasır: İbnülemin Mahmut Kemal” başlığıyla Tasvir-i Efkâr’da 3 Mayıs 1941’de yayımlanmıştır. İkinci yazı ise İbnülemin Mahmut Kemal’in vefatından dolayı tamamlayamadığı Hoş Sadâ Son Asır Türk Musikişinasları[2] adını taşıyan son eserinin baş tarafında Hasan Âli Yücel, Kâzım İsmail Gürkan, Muzaffer Esat Güçhan ve Avni Tunç’un yazılarıyla birlikte yayımlanan “İbnül Emin Mahmut Kemal’e Dair” başlıklı yazıdır. Bir ara not olarak şunu belirtmeliyim: Tanpınar’ın yazıları dikkatle okunduğunda, İbnülemin hakkındaki kanaatlerinin büyük ölçüde farklılaştığı görülecektir. Tanpınar’ın fakültede asistanı ve yakın dostu olan Ömer Faruk Akün bu iki yazı hakkında şu yorumu yapar: “(…) bu iki yazı, getirdiği Farklı görüş ve tesbitlerle İbnülemin hakkında şimdiye kadar yazılanların en orijinalidir. Birincisi, onu en has çizgilerinde yakalayan mükemmel bir manevî portresini çizerken ölümünden sonraki ikincisi, aynı sıcak sevgiyi taşımakla beraber ilkindekine sivri köşeler katmaya yönelik ve yer yer birtakım fantezilere kaçan bir negatifi gibidir.”[3]
Tanpınar’ın edebî yazılarını derleyen Zeynep Kerman, Mehmet Kaplan’ın teşvik ve yardımlarıyla hazırladığı Edebiyat Üzerine Makaleler’in girişinde “metinlerde hiçbir değişiklik yapılma”dığından, metinlerin “olduğu gibi veril”diğinden söz eder. Fakat bazen dikkatsizlik farkında olmaksızın büyük değişikliklere sebep olabilmektedir. Ne demek istiyorum? Tanpınar metinleri için aşina olduğumuz ‘eksik taramanın’ kurbanı olmuş bir yazı var bu kitapta.
Görünüşte İbnülemin hakkında yazılan iki yazı Tanpınar’ın farklı dergi ve gazetelerde çıkan edebî makalelerini, İslâm Ansiklopedisi’ne yazdığı yazıları, antoloji başlarına veya müşterek kitaplara verdiği etütleri içeren Edebiyat Üzerine Makaleler(Birinci basım, 1969) de yer almaktadır. Fakat ikinci yazının neredeyse yarısı büyük bir dikkatsizlikten dolayı bu kitaba dâhil edilmemiştir. Bu durum Edebiyat Üzerine Makaleler’in 2011’de yapılan son basımı için de hâlen geçerliliğini korumaktadır. Peki, bu eksikliğin sebebi nedir?
Kanaatimce -tabii başka bir niyet yoksa- Zeynep Kerman, Tanpınar’ın yazısının altıncı sayfasının sonunda yer alan yıldız işaretinden dolayı yazının sonlandığını sanmış ve yazının kalan dört sayfasını görmemiştir. Hal böyle olunca “İbnül Emin Mahmut Kemal’e Dair” başlıklı yazı Edebiyat Üzerine Makaleler kitabında bütün olarak değil oldukça eksik bir biçimde yer almıştır. Daha sonra bu yazıya atıf yapan yazarların hemen tamamı yazıya atıf yaparken Kerman’ın derlemesi üzerinden atıf yaptıklarından yazının derlemedeki kaderinde şimdiye kadar herhangi bir değişiklik olmamıştır.[4] Geçtiğimiz aylarda TYB Akademi dergisinin Ahmet Hamdi Tanpınar özel sayısında da bugüne kadar eksik yayımlanan bir söyleşinin tam metni yayımlandı. Bu açıdan bakıldığında, Tanpınar’ın şimdiye kadar okuyamadığımız yazıları kadar okuduğumuzu düşündüğümüz çeşitli yazılarının ve söyleşilerinin de ilk yayımlandığı yerler dikkate alınarak yeniden gözden geçirilmesinin gerekli olduğu düşünülebilir.
Görebildiğim kadarıyla Tanpınar’ın İbnülemin hakkındaki yazıları Son Sadrazamlar (1982, Dergâh Yayınları) kitabının girişinde birleştirilerek fakat ‘eksik’ olarak yayımlanmıştır. Yazının eksik yayımlanma serüveni Müteferrika dergisinin İbnülemin’e hasredilen sayısında da sürdürülmüştür. Dergide, Hayat Tarih Mecmuası’nda (Cilt 2, sayı 7, Ağustos 1967, s. 11-13) özetlenerek yayımlanan “İbnül Emin Mahmut Kemal’e Dair” yazısını alıntılamış, fakat bu yazının kaynağına gidilmemiştir. Ne yalan söyleyeyim, ben de ilk okuduğumda bu metni -sunuşunda yer alan hatırlatmaya rağmen-, İbnülemin hakkında Tanpınar tarafından yazılan ikinci yazının taslağı/ön hazırlığı olduğunu düşünmüştüm. Hatta yazının son kısımlarını okuyunca müstakil üçüncü yazı olduğunu zannetmiş ve yazının Edebiyat Üzerine Makaleler’e alınmayışına hayret etmiştim. Sonradan Hoş Sadâ’ya ulaşınca meseleyi bütünüyle kavradım.
Tanpınar’ın bu yazısının, İbnülemin hakkındaki değerlendirmeleri bir yana özellikle İttihat Terakki devrinden Tek Partili yıllara uzanan yayın faaliyetlerinde siyasi merkezin rolünün ne olduğuna ilişkin yapılan/yapılacak değerlendirmeler bakımından dikkatle okunması gerektiğini düşünüyorum. Bunu özellikle Hasan Âli Yücel’e atfedilen “cesaretin” kaynakları noktasında söylediğimi de belirtmek isterim.[5]
İBNÜL EMİN MAHMUT KEMAL’E DAİR[6]
Ahmet Hamdi Tanpınar
İbnül Emin Mahmut Kemal Bey’in ilk eserlerini, bilhassa Âsar-ı Müfide Kütüphanesinde çıkan divan mukaddimelerini daha Sultanî talebesi iken Antalya’da okumuştum. Fakat kendisini Türkiyat Enstitüsünde tanıdım. Selâmlaşmakla başlıyan münasebetimiz -zavallı Tevfik, senin odanda- sonuna doğru benim için oldukça şaşırtıcı, fakat ciddî bir dostluk oldu. Çünkü bu çalışkan, zeki, iyi kalbli olduğu kadar tok sözlü, alıngan, mütecessis ve dedikoducu, her mânasiyle acaip adamla hemen hemen müşterek hiçbir tarafımız yoktu. Şiir, musiki, düşünce, değerleri alış tarzı, hattâ kültürün kendisi aynı değildi.
Sade ayrı nesillerden değil, ayrı ufuklardan gelen insanlardık. -Kendi neslimden, hattâ benden de gençler arasında aynı şartlarla karşılaştıklarımız vardır.- Bununla beraber onu çok sevmiştim. Bu cinsten ayrılıkların insanda yaratması tabiî olan huzursuzluk, hattâ münasebetin devamı için her lâhza tarafsız mınt[ı]kalar arama mecburiyeti dahi, bu dostlukta bana ağır gelmezdi. Diyebilirim ki, onu sevilmesini istediği şekilde sevenlerden biriydim; yani her lâhza bende esas olan birtakım şeyleri feda etmiş görünerek.
İşin garibi, onun bende ve herkeste buna bile bile razı olmasıydı. İbnül Emin Mahmut Kemal Bey etrafiyle bir çeşit gizli muvazaada karşılaşmayı kabul eden insandı.
Bu yüzden etrafiyle münasebeti, abese kadar giden bir protokolla tesbit edilmiş gibiydi. Bu protokolün ilk şartı ve maddesi, kendisine karşı olan hürmetle fantezilerine mutlak teslimiyetti. Onun hukuku beşer beyannamesi “Ya beni olduğu gibi kabul edersiniz, yahut sizin için yokum” diye başlardı ve sizin inkârınıza kadar giderdi. Bu sebeple herkes arasındaki hayatı, komedinin ihtiyarı ile mutlak ve müstebit bir hükümdar arasında sallanırdı.
Meclisinin bellibaşlı hususiyeti, bu kişiliğin doğurduğu her an komiğe kaçan vaziyetlerdi.
Fakat bu, zamanımızın hakkiyle hitap etmesi imkânsız birtakım modalarda gecikmiş, bizim anlıyamıyacağımız şekilde zeki ve eğlenceli adam, birtakım büyük meziyetlerle doğmuştu. Hayatı ve insanları severdi. Kıskanılacak derecede canlıydı, izzeti nefisle, unutulma korkusuyla karışık garip ve ısrarlı bir vefası vardı. Gençlikten hoşlanır ve daima arardı. Bir gün yaşıtı olması icap eden bir misafirin arkasından “Bu bunak da ikide bir bana neye gelip durur?” demişti.
Hakikatte meclisinde en çok rağbet görenler, kendisinden yirmi otuz, hattâ kırk yaş küçük olanlardı.
İbnül Emin Mahmut Kemal Bey, çoğu bizim nesilden orta yaşlılar arasında öldü ise bunun mes’ulü seneler ve herkesten gizlediği uzun yaşıdır.
Bütün bu meziyetlerin arkasındaki insan ise tâbir caizse “çağı olmıyan” bir insandı. Kıyafetinden fikirlerine varıncaya kadar her şey onda karışık bir zamandan, bir çeşit üst üstelikten geliyordu. Onunla ancak çok eski ve karışık bir kitabı okur gibi karşılaşmak mümkündü. Sivastopol’un zaptını, Balkan Harbinin talihsizliklerini, İkinci Mahmud’un kılıç alayını, Kâmil Paşanın sadaretini bütün ciddiyetiyle aynı senenin aktüel hâdiseleri gibi ve o senelerin zihniyet ve ruh halini veren bir kitap, daha iyisi çok keyfî bir takvim tasavvur edilsin. Bu mazi adamında ancak uzun araştırmalarla veya şaşırtıcı tesadüflerle ele geçirebileceğimiz, zamanından kopmuş şeylerin lezzeti vardı. Beni asıl ona bağlıyan şey, bu hali ve biraz da onun tabiî neticesi olan yalnızlığı idi.
İbnül Emin Mahmut Kemal Bey, bu yalnızlığın farkında mıydı? Burasını pek zannetmem, fakat onun emrinde yaşadığı muhakkaktı. Kendisini, o tatlı ve yapmacığı bol hiddetlere, şahsına mahsus bin türlü anlaşmazlığa götüren şey de bence hep bu yalnızlıktan, daha doğrusu hayatla mevcudiyeti zarurî olan birtakım bağların yokluğundan gelirdi. Yalnızlığa hiç tahammül edemiyen bir yaradılışta olmasına rağmen, zamanına karşı bu sorumsuzluk, etrafiyle olan münasebetlerine, hürriyet fikrinin ötesinde bir ihtiyarîlik katıyordu. Meclisinde bunu ister istemez sezdiğiniz için, her lâhza coşturmasını bildiği neşeye daima biraz hüzün karışırdı.
Niçin söylemiyelim, bu canlılığı ve çalışkanlığı ile hepimizi şaşırtan adam, bir kalıntı idi. Onunla yarım saat başbaşa konuşup da, artık mevcut olmıyan birtakım şeyleri varlığının tabiî şartları gibi etrafınızda hissetmemeniz kabil değildi. Devamlı bir anlaşmamazlık içinde yaşadığı Bâbıâli bunların başında gelir. Filhakika eski İyalât-ı Mümtaze kalemi müdüründe, yahut bizim pek hoşuna giden şakamızla “son Müstemlekât nazırımızda”, baba evinden sonra en büyük tesir, hareketinin ortasında birdenbire durdurulan bu eski, defalarca tamir edilmiş büyük makineden gelir. Onda Bâbıâlinin bir buçuk asırdan beri birikmiş havası ve ekonomisi vardı. Çalışkanlığı ise doğrudan doğruya eski Tanzimat kalemlerinde işe başlıyanların çalışkanlığı idi. Hemen hemen on bin sahifeyi bulan basılmış eserlerini, basılmıyan öbürlerini, bunların hazırlıyan kopya ve müsveddeleri, on beş yaşından itibaren masa başında geçen hayatında gündelik işler üzerindeki zarurî çalışmaları, bütün o komisyon lâyihalarını, fezlek [e]leri düşünün: ömrü boyunca karaladığı ve muhafaza ettiği kâğıdın yekûnu hakkında bir fikir elde edebilirsiniz.
İbnül Emin Mahmut Kemal Bey, bazı zelzele mınt[ı]kalarında olduğu gibi, Bâbıâlinin en eski tabakalariyle yeniye en yakının çetrefil bir halitası idi. Bu yüzden bu Meşrutiyet münevverinde, hattâ Tanzimatın üstünden bile atlıyarak, İkinci Mahmut veya Üçüncü Selim devrine rahatça gidilebilirdi. Kaç defa onunla konuşurken, Cenap’la, Süleyman Nazif’le, Rıza Tevfik’le ahbap olduğunu bildiğim, beraber çekilmiş fotoğraflarını evinde seyrettiğim karşımdaki adamın pekâlâ şair Beylikçi Ali İzzet Bey veya İkinci Mahmud’un mabeyincisi Sait Bey, yahut tarihimizdeki meş’um rolünü hiç farketmeden, tarikat birliği münasebetiyle o kadar müdafaa ettiği Pertev Paşa, doğrudan doğruya eserini devam ettirdiği tezkereci Fatin Efendi olabileceğini düşünmüştüm.
Kitaplarını bizim için o kadar çekici yapan taraflardan biri de bu olsa gerektir. İbnül Emin Mahmut Kemal Bey, sonradan gelen bir tanıklık gibi yazardı. Onun için aktüalite veya polemiğin muayyen bir zaman hududu yoktu. Bu yüzdendir ki eserlerinin mevzuu ne kadar değişirse değişsin, daima kendi tercüme-i hali imiş hissini verir. Son Sadrazamları, belki Son Asır Türk Şairleri’ne ilâve ettiği kendi tercüme-i hali kadar şahsına bağlıdır. Çünkü bize Mahmut Kemal Beyi içinde yetiştiği müessese ve etrafındaki insanlarla verir.
Bu hacimli kitabın Sait Paşaya ayrılan ciltleri ise, bu bakımdan emsalsizdir. Bizde bu iki cilt kadar siyasî bir şahsiyetin üzerinde dikkatle durmuş eser azdır. Fakat aldanmıyalım, bu ciltlerde devrinin politik hâdiseleri ve sadrazam Sait Paşanın hayatı arasında asıl karşılaştığımız şey, İbnül Emin Mahmut Kemal Bey’in kendisidir. Yahut hiç olmazsa, Mahmut Kemal Beyle olan münasebetlerinde yakalanmış, Mahmut Kemal Beye hizmet veya ihanet etmiş bir Sait Paşadır. Eser ilerledikçe Abdülhamid’in kendi mizacına göre yarattığı bu vezirin arkasından, öbür barok terkip, İbnül Emin Mahmut Kemal Bey yavaş yavaş bütün egosantrizmi ve kompleksleriyle tıpkı kırılan kalıbın arasında asıl büstün çıkışı gibi çıkar.
Çünkü insan, hâdise, her şey, bu yalnız acaipliğiyle lezzetli muharrirde kendisine ve kendisine yakın olanlara nispetleri derecesinde mühimdir.
Kâmil Paşa, Sait Paşa ile çatıştığı için, Yusuf Kâmil Paşa babasının hâmisi (ve bittabi akrabası) olduğu için, Âli ve Fuat Paşalar, Yusuf Kâmil Paşanın dostları -oldukları için vardırlar. Böylece tabaka tabaka peykleriyle teşekkül eden güneş manzumesinin ortasında ise terkibin tabiî merkezi olarak, ve kendi değerler cetveline göre hükmetmek için muharririn kendisi bulunacaktır.
Böyle bir dünya, içinde yaşanan asıl dünyanın ortadan kalkması değilse bile, ikinci dereceye inmesiyle kurulabilirdi. Filhakika bu iki ciltte bütün bir vesika bolluğuna, hakikî bir araştırma isteyen istişhatlara, biyografi bilgilerine rağmen bu asıl dünyayı bulmak çok güçtür. İbnül Emin Mahmut Kemal Bey o cinsten muharrirlerdendir ki, Mütareke gibi felâketli bir devir birkaç satırda, baba evinin Fransızlar tarafından işgali hâdisesine istihale eder; Abdülhamit istibdadı ve keyfiliği, sembolünü babasının Kozana tâyininde bulur ve Balkan Muharebesi, Birinci Cihan Harbi gibi büyük ve elîm hâdiseler, kendisine ait bir maaş haksızlığının hikâyesinde ihmale lâyik birer istitrad haline girerler. Bununla beraber son devirlerimiz tarihi hakkında onun kadar orijinal vesika neşretmiş, bütün bu yüz otuz senenin yayını üzerinde durmuş muharrimiz azdır. Matbu ve yazma görmediği eser, Babıâli kalemlerinden geçip de kopyesini almadığı bir vesika yoktur, denebilir. Tecessüsünü durmadan sağa sola uzatan bu muharrir, her adımda basılmış veya basılmamış vesikaların yeni bir harmanını yapar.
Son Sadrazamların, çoğu, enstantane fotoğraflara benzer vesikalara dayanan hakikatine rağmen bize o kadar değişik görünmesinin bir sebebi, insanları ve hâdiseleri çok yakından, âdetâ dibinden görmekten gelen perspektiv değişikliği ise, öbür sebebi de muharririn egosantrizmi ve üstüne aldığı maziyi behemehal temize çıkarmak vazifesidir.
Bu egosantrizmin ne olduğunu hiçbir şey Son Asır Şairlerinde kendisine ayırdığı kısımda saydığı eserlerin adları kadar iyi göstermez. Filhakika muhtelif isimler altında neşredilen bu eserlerin hemen hepsi neşredilmiyenlerle beraber -15 eser- ya “Kemal” kelimesiyle başlıyor veyahut onunla bitiyordu. Son Asır Türk Şairleri’nin asıl adı Kemal’üş-şüera, Son Sadrazamların ise “Kemal’üs-sudûr” idi.
Burada bu egosantrizmi doğuran bir yığın anlaşmazlığın, muhit intibaksızlıklarının üzerinde durmamızın imkânı yoktur.
Zamanından böyle çözülmesi elbette bir anda olmadı. Onun da etrafiyle anlaştığı bir devir, dilini konuştuğu bir nesil, herkes gibi olmamakla beraber yine lezzetle yaşadığı gençlik seneleri vardı. Şakalarına hayretten başka cevap aldığı seneler. Her şeyden sarfınazar, sadece pandomima, tulûat, tiyatro, karagöz, orta oyunu gibi eğlencelerden bu esere ve üslûba, hattâ şahsiyete girmiş unsurlara dikkat etmek, bize çocukluk ve gençliğini ne kadar derinden yaşadığını gösterir.
Bütün bunlara çok sıkı birtakım hadlerde hakikaten gecikmiş muhafazakâr aile terbiyesini ve bir çeşit dine benzeyen bir baba ve aile saygı ve sevgisini de ilâve etmek gerektir.
İbnül Emin Mahmut Kemal Beyin şahsiyetinde asıl çekirdeği, tâbir caizse, bu aile dini verir. Bütün kompleksler orada toplanır, yahut ona değişir. İşte kendi zamanı ile arasına giren şey, şüphesiz bazı psişik noksanların yol açtığı ve kuvvetlendirdiği bu aile terbiyesidir. Bu terbiyeyi şu veya bu sebeple sahasını genişletmiş mukaddes fikriyle ifade etmek belki en doğrusudur.
Bütün bunlar Bâbıâli gibi muayyen teşrifatı, âdâbı bulunan, her şeyden evvel kendisini birtakım zarurî şekiller içinde görmeğe mahkûm ve Tanzimattan beri o kadar gayretle yenileşmiş siyasî bir merkezde onun yolunu tabiatiyle kesecek, hattâ bazı zaruretlerle göz yumulan bir unsur haline getirecekti. Sait Paşa devrinde bir ara sadece kiyafeti için kardeşi Tevfik Bey’in Anadolu’da memuriyetle Bâbıâliden çıkarılması düşünüldüğünü kendisi anlatır. Bu şüphesiz onun için de sık sık mevzuubahis olan bir şeydi. Bununla beraber İbnülemin Emin Mahmut Kemal Bey, aile münasebetleri, girginliği, patavatsız olmakla beraber, rahat ver cerbezeli konuşması, o zamanlar daima bir muhatap bulan kuvvetli Müslüman terbiyesi ve ona dayanan değerler dünyası ile, eski kültürümüze ait az çok sağlam, bilhassa filolojik bilgileri ve nihayet çalışkanlığı ile kendisini etrafına âdetâ zorla kabul ettirmişti.
Hakikat şu ki, Bâbıâli ona biraz da çalışkanlığı yüzünden göz yumdu ve bilhassa politika dışı işlerde çalıştırmakla kendisini asıl istidadı olan sahalarda yapma imkânını verdi. İbnül Emin Mahmut Kemal Beyin şahsiyeti Bâbıâli’de asıl metne, yani politikaya muvazi yürüyen bir çeşit hâşiye gibi teşekkül eder. Zaten edebiyattan gelmişti. Gençliğinde yazdığı iki romanı ve bir hikâyesi vardı ve gazetelerde bir yığın yazısı çıkmıştı. Asıl şöhreti hattâ eseri ise, eski kültürümüze karşı bilhassa Birinci Cihan Harbi içinde resmi muhitlerde uyanan alâka ile başladığını unutmamalıdır. Sürüp giden muharebenin temin ettiği o acaip ve felâketli istikrar içinde, Ziya Gökalp Rönesansının getirdiği bu kendi üstümüze dönüşte eski şeyleri hakiaten bilen insanlar, birdenbire değer kazanmışlardı.
Şurası da var ki, muhafazakâr adam, içinde bulunduğu müessese ile bir başka noktada çok iyi anlaşıyordu. Benzeri müesseseler gibi, Bâbıâli de biraz arşivdi. İbnül Emin Mahmut Kemal Beyde arşivist ve kolleksiyoncu, daima ön plândadır. Kendisine ilk verilen büyük iş, bir arşiv işi oldu. Meşrutiyetten sonra Yıldız evrakını tasnif etmeye memur komisyona tâyin edildiği gün, muharrir İbnül Emin Mahmut Kemal Beyin asıl doğduğu gündür, denebilir. Bu işe nasıl bir dikkat ve şevkle giriştiğini, bu evrakı ne kadar ciddiyetle elediğini, Sait Paşa ile Kâmil Paşa arasında çıkan ve Meclisi Mebusandan matbuata intikal eden polemiğin hikâyesinde görürüz, İbnül Emin Mahmut Kemal Bey, Yıldız evrakını avucunun içi gibi biliyordu. Sadece bu dikkat, bu işe ne kadar evvelden hazırlandığını gösterir. Filhakika daha çok evvelden, Fatin Efendi tezkeresini tamamlamağa karar vermiş, sağdan soldan biyografik malûmat, el yazısı ve fotoğrafi toplamağa başlamıştır.
Toplamak, tasnif etmek ve dikkatle saklamak. Böylece kolleksiyon yavaş yavaş teşekkül edince, boşluklar kendiliğinden meydana çıkar. İşte o zaman arama ve bulma başlar. Bir bakıma eseri zaman içinde bir merak ve ihtirasın etrafında kendiliğinden bir istalaktit gibi teşekkül etti; o kadar, yalnız malzemesinden ibaret hissini bırakır. Bazı kuş yuvaları gibi en dağınık ve birbirine yabancı unsurları ifrazlariyle birleştirerek, bütün bir kütüphaneyi hazırladı.
Bu ifrazlar, onun mazi sevgisi, hâtıralara olan hürmeti, tecessüsü ve kızgınlıkları, değerler karşısındaki vaziyetidir. Mizacı ne kadar yalanlarsa yalanlasın, yahut ciddî notunu inkâr ederse etsin, muayyen bir değer cetveli olan adamdı. “Kendisine sadık olmak” dediğimiz ve bugünün insanından o kadar çok istediğimiz davranışın üzerinde Türkçede en çok ısrar eden muharrirlerden biri, muasır hayata o kadar uzak olan İbnül Emin Mahmut Kemal Beydir. Ve hakikatte de biraz fazlaca şahsî şekilde tefsir ettiği aşikâr olan değerler dünyasına sadıktı. Gerek Son Sadrazamlar’da, gerek Son Asır Türk Şairleri’nde bize o kadar garip görünen bütün bir tenkid cihazını işleten şey bilhassa budur: İbnül Emin Mahmut Kemal Bey, aramızda çok eski bir zamanın ahlâki ve örfü namına konuşan adamdı. Onda Hüküm denen şey muasır değildi. Başka bir zihniyetin münhanisi üzerinden bize geliyordu. Onun içindir ki, İbnül Emin Mahmut Kemal Beyin okuyucuları üzerinde -birçok meselelerde getirdiği sarahate rağmen- ilk tesiri, bazı görüş veya hâfıza hastalıklarının sebep verdiği yanlışlıklara benzer.
Bununla* beraber, acaip şekilde bir görme kudreti olan adamdı. Her şeyi demiyeceğim, fakat aksayanı, bütün vüzuhu ve teferruatiyle görmekten ve göstermekten zevk alırdı. Bu kendi üstüne hiç çevrilmiyen, daima dışarda, daima başkalarının üstüne dikilmiş gözün, belki tek kusuru yalnız teferruatta kalması ve asıl terbiyesini yukarda söylediğim gibi yerli halk eğlencelerinde ve biraz da eski müverrihlerimizde yapmasıydı. Medresetül’hattatin’in Son Hattatlar’ın mukaddimesinde anlattığı açılış merasiminden başlıyarak Son Asır Türk Şairleri’nde birçok tanıdıkları için yazdığı şeyler, Ali Emirî’nin ölüm döşeğinde yattığı oda, Sait Paşanın o kadar dolambaçlı yollardan hikâyesine geldiği son çocuğu, Paşa’nın “hastayım!” diye yataktan çıkmayışları, edebiyatımızdaki benzerlerini geçen şeylerdir. Bunlar tek başlarına alınırsa sahibini çok daha başka ışıkta gösterebilirler. Halbuki bunun yanında, bir türlü kendisini anlatamıyan bir geçmiş zaman şairi vardı. Bu İstanbul efendisi, hayatımızın kırk elli sene içinde nasıl altüst olduğunu, çerçevelerini nasıl kaybettiğini ve çöktüğünü görmüştü. Gençliğinde zengin, mamur, ağzına kadar dolu gördüğü konakların hepsi yanmış, yıkılmış, insanları dağılmış, arsaları kaybolmuştu. Bunlar hepimizin bildiği ve azçok duyduğu şeylerdi. Fakat İbnül Emin Mahmut Kemal Bey, onları yalnız hatırlamakla kalmıyor, garip ve dokunaklı bir şekilde kendisini onların ayakta kalmış tek parçası, hakikî vârisi zannediyordu. işte tezkireciyi, Fatin Efendi’nin, Esat Efendi’nin, Âlinin ve Müstakimzade’nin halefini, yazı yazmayı Flaubert’in Bouvard et Pécuchet’sini hatırlatacak derecede ömrünün tek işi yapan adamı bu terkipten kalanları behemehal kurtarmağa götüren, yahut daha iyisi bu işte o kadar kırbaçlayan şey. Bir eser, bir isim, bir müşahede, yıkılanın bir zerresi, ne olursa olsun o daima bir şeyler kurtarmağa mecburdu. Son Hattatlar’da bazan yalnızca bir ismi anmak ona yetiyordu. Son Asır Türk Şairleri’nin anketi abese kadar gider, ömründe tek manzume, hattâ tek mısra yazmış insanların hepsi), bu acaip “sormagir” mahallesindedir. Çünkü muharrir için kurtardığı şeylerin kıymetli olması behemehal şart değildi. Kurtarılmış olmaları mühimdi. Bu onun ekonomisi, en aziz şeylerini alan zaman uçurumuna karşı açtığı mücadele, hattâ zaferiydi. Bu arada bazıları kendisini asıl zamanına götürse ne mutlu! O zaman İbnül Emin Mahmut Kemal Bey de mevzuunun verdiği imkânla değişir, üslûbu tatlılaştırdı. O zaman bugünün hayatiyle birkaç dosttan başka bağı olmıyan adam, asıl hayatını yaşadığı zamana kavuşuyor, kaybolmuş saadetler, başta babaevi, annesi, kardeşleri ve dost muhitleri, Kâmil Paşa konağı hepsi birden eski revnakı ile yaşamağa başlıyordu. Fakat onların yanıbaşlarında uğradığı ihmaller, bir türlü yenemediği itiyadları için mâruz kaldığı tenkidler, istihfaflar, eskiliğinin, muasır olamayışının verdiği küçüklük duygulan, şahsî meziyetlerinin mensup-olduğu âlemle beraber inkâr edilmesinden duyduğu acılıklar, hattâ şu veya bu sebeplerle evsiz, çoluksuz çocuksuz kalışı vardı. Bu sefer büyük hınçların devri başlıyordu: “Onlar muvaffak olmadılar, ben muvaffak oldum. Son sözü ben söylüyorum, işte ben onların hakkında hüküm vereceğim.” Ve bu son sözü söylemek fırsatını bu dindar adam, kaderin kendisine bahsettiği bütün bir imtiyaz addediyordu. Ve mademki son sözü o söylüyordu, imkânlar müsaade ettiği müddetçe söyliyecekti. İşte İbnül Emin Mahmut Kemal Beyin arkasında çalışan karışık cihaz…
Bu hayatta ve eserde örneğin daima mühim bir yeri vardı. Onun gibi kat kat olan bir insanı, bir daha görebilir miyiz bilmem? Eserlerinin doğrudan doğruya devamı olduğu tezkirecilerden, şahsî şahadete fazla ehemmiyet veren ve tarihi canlı bir misâl üzerinde, bir politika ve ahlâk dersi addeden eski vak’a nüvislere, üslûbunun bir tarafını, hiç olmazsa hicvinin ve nüktesinin bazı çizgilerini, konuşmasının perdesizliğini aldığı muhakkak olan yerli temaşa oyunlarına, belki de Hüseyin Rahmi romanına, tanıdığı vezirlerden sevdiği, ezberinde olan mısralarını her vesile ile değiştirerek tekrarladığı şairlere kadar, gençliğinde her rasgeldiğinin onda hâfızası vardı.
Yusuf Kâmil Mehmet Sait, Sait Halim Paşalar bu örneklerin şahsî hayat plânında en önde gelenleri idi. Hâtıralarının ocağında babası için birincisinin diğer bir nüshası olan bir çehre dövmüştü. Kendisi ise benzetişi çok ilerilere, mukaddese kadar götürdüğü bu iki insanın bir muhasılası olmak istedi. Belki de arada ilk devirlerinde tanıdığı ve tesiri altında kaldığı bir şeyh (Nakşibendîliğin Halidiye kolundandı ve etrafında bulunanların bir kısmı gavsliğine inanırdılar.) bu tesirlerin, ilk kademede mâruzu olan, o kadar çok sevdiği ve her eserinde o kadar hüzünle bahsettiği kardeşi Tevfik Bey vardı.
Yazısında, konuşmasında, her pazartesi gecesi evinde yaptığı ve behemehal gelmemizi istediği musiki toplantılarında onu hep yekûnu olduğu bu kalabalıkla beraber görürdük. Yusuf Kâmil Paşanın, Sait Halim Paşanın konaklarında, servet ve debdedece onlardan kıyas edilemiyecek derecede geride olan -fakat mânen onlara çok üstün addettiği- babasının evinde olduğu gibi musikimizin büyük şöhretlerini bu gecelere getirmesi kendisi için imkânsızdı. Fakat çocukluğunu büyülemiş olan bu âlemlerin teşrifat ve âdabını elindeki imkânlarla tekrardan kimse kendisini men edemezdi. Bu gecelerde kırmızı kadife kanapenin her zaman oturduğu köşesinde, bütün ömrünce üstüne eğildiği gazete koleksiyonlarının rengini bağlamış çehresi, zayıf vücudü, o eski vezir edası nerden ve nasıl buluyordu, bunu izah edemem. Fakat etrafında, devletin her şey olduğu ve tek bir mansapta toplandığı devirlerin hürmet ve riayetini kurmağa çalıştığı muhakkaktı. Yazık ki öbür İbnül Emin Mahmut Kemal, her lâhza canı sıkılan, etrafını azarlarken, şaka ve lâtife ederken asıl hayatım yaşadığını zanneden adam, bütün bu örneklerin tabakasını birdenbire yırtar, dışardan görülen bir dikkatle her şeyi altüst ederdi. Öyleki tesadüfen en güzel çalman veya söylenen en mühim eserin ortasında bile ev sahibinin âdeta sinsice bir müdahalesi ile kışkırttığı kahkahalar, onlara cevap veren ve onları azdıran hiddetler başlardı. Asıl garibi, kendi oyununa arasıra kendisinin de mağlup olması ve sonunda karşısındakine darılması idi. Bu şakadan başlıyan dargınlıklar içinde bazıları -rahmetli Hamamîzade ihsan Beyle olduğu gibi bütün ömrü boyunca sürmüştü.
Yukarda onun eseri için, sonradan gelen bir tanıklık demiştim. Muharririn değerler karşısındaki o çok hususî davranışını bir yana bıraksak bile, yine bu eserin bize asıl tar [i]hten, biyografi ve erüdisyonda tek şart olan inzibattan ve onu sıkı eleyişinden mahrum olarak geldiği inkâr edilemez. Bununla beraber bu eserin, bir yığın ve çok lüzumlu şeyi kurtardığı aşikârdır. Filhakika bu kadar dağınık unsuru, birbirinden ayrı geçmiş zamanlar yığınını ancak onun gibi zamandan ve zamanın meselelerinden kopmuş bir insan toplıyabilirdi. İbnül Emin Mahmut Kemal Bey aramızda, hayatın konserine karışan bir aksisedâ gibiydi. Bu aksisedâyı yakalamak, hattâ tâbir caizse tahrik etmek lâzımdı. Bu itibarla ittihat ve Terakki devrinden başlıyarak, sırasiyle Türk Tarih Encümeninin, daha sonra Maarif Vekilliği zamanında dostum Hasan-Âli Yücel’in bu eserin tamamlanması ve meydana çıkması için sarfettikleri gayreti burada hatırlamamak büyük bir haksızlık olur. Hele kendisinin bütün iddialarına rağmen bu eserlerin çoğunun başlangıçta sadece not halinde bulunduğu ve ancak matbaanın eşiğinde tamamladığı düşünülürse bu himmetin ehemmiyeti kolayca anlaşılır. Filhakika, meraklı ve koleksiyoncu ile yazar daima ayrı şeylerdir. Birincisi ne olsa amatördür. Amatörde birçok şeyi tesadüfün kendisi idare eder. Bu itibarla İbnül Emin Mahmut Kemal Beyin bugün elimizde bulunan eseri başından itibaren resmî alâkanın mahsulüdür, diyebilirim. Zaten ısmarlandığı zaman yazan muharrirlerdendi. Konuları itibariyle en mazbut eserleri olan divan mukaddimeleri, tezkire mukaddimeleri, Evkaf ve Maarif nezaretleri salnameleri hep böyle vücuda gelmişti, işte “Hoş Sadâ”yı, Hasan-Âli Yücel’in vekilliğinden sonra devam ettirmesini bildiği bu alâkaya borçluyuz. Şurasını da söyliyelim ki ben, yirmi sene İbnül Emin Mahmut Kemal Bey’i hepsinden evvel bu kitabı bitirmeye teşvik etmiştim. Aramızda bu iş için daima alevlenmeye hazır bir çeşit mücadele vardı. Fakat o, Son Sadrazamlar’ı daha ehemmiyetli buluyordu. Bu gecikme yüzünden “Hoş Sadâ” biraz da yarım çıkıyor. Buna rağmen, bir medeniyet değişmesi arasından bile hissî hayatımızı hâlâ idare etmekte devam eden, öbür sanatlarımıza o kadar tesir eden son devirler musikimiz hakkında bize bilmediğimiz birçok bilgiyi vereceği aşikârdır. Eski musikimizin tarihi ile birazcık yakından olsun uğraşanlar, Itrî, Hafız Post, Seyyid Nuh, Ebubekir Ağa veya Tab’î Mustafa Efendi gibi en büyük musikişinaslarımızın bile hayatı hakkında ne kadar az bilgimiz olduğunu, hattâ bazan Zaharya’da olduğu gibi, yaşadıkları devirde bile tereddüt edildiğini çok iyi bilirler. “Hoş Sadâ” nın muharrire mahsus o lâtif karışıklığı içinde olsa bile bize bilmediğimiz birçok şey öğreteceği, hiç olmazsa bu mâzi sanatını alâkadar eden bir yığın ihtimale ve şüpheye yol açacağı muhakkaktır.
Şimdi bu son kitabı ele almanın sabırsızlığı içinde muharririni daha başka türlü hatırlıyorum. Duvarlarını süsliyen çok güzel yazılariyle (bazı mühim eksikliklere rağmen, bütün bir kolleksiyon; Son Hattat’larda İbnül Emin Mahmut Kemal kolleksiyonu) bir köşeye yığılmış çoğu kırık eski fayans parçalariyle (bu evde hiçbir şey atılmazdı, fakat birkaç iyi Beykozu ve Yıldızı vardı), hiç olmazsa ilk Meşrutiyet yıllarına çıkan havı dökülmüş, Empire mobilyasiyle gözümün önünde olan, salonda, bahçe üstündeki sade döşemeli küçük yazı odasında bir ramazan akşamı o kadar acaip şekilde azarlanarak, gülerek, fakat hakikî bir ikramla ve kendi pişirdiği yemeklerle iftar ettiğimiz bu odaların açıldığı sofada, kaybettiği âlemden bir gölge gibi dolaşan, çalışkan, acaip, nasıl seveceğini bilmeden seven titiz, bir çeşit cihan kaynanası huylu, fakat vefalı ihtiyar adamı, çok eski bir zaman takvimi gibi günü geçmiş şeyleri sayan ve sizin zamanınıza ekleyen adamı, kendi tarzında dikkatli araştırıcıyı, bir yığın ihtibasın ve enfüsîliğin içinden bize gördüklerini ve bildiklerini veren hâtıracıyı, bende kalmış yüzlerce hayalinden hatırlıyorum ve içim garip şekilde burkuluyor.
Etrafiyle ve kendisiyle bir yığın anlaşmamazlık içinde yaşıyan, fakat bütün bu anlaşmazlıkların ortasında kurduğu iç âhengiyle, yaşadığı devrin devamlı inkâriyle, dağ[ı]nık olsa bile büyük bir eseri vücuda getiren, o kadar unutulmaya mahkûmu, unutulmuş şeyi tekrar hatırlatan bu çalışkan adamı elbetteki fikir âlemimiz daima hatırlıyacaktır. Fakat onu şahsen tanıyanlardan biri olan ben, bu kaybın yanında öbür kaybı, geriye dönmüş zamanın lâtif ve şaşırtıcı bir sayıklamasına benziyen, asıl İbnül Emin Mahmut Kemal’i hiçbir zaman unutamıyacağım.
*Kırmızı ile belirtilen bu bölüm Tanpınar’ın kitaplarında eksiktir (Tanpınar Merkezi).
(Hoş Sadâ Son Asır Türk Musikişinasları, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, seri 1, no 10, İstanbul, 1958, s. XLVI-LV.)
[1] İbnülemin hakkında bilgi için bk. Ömer Faruk Akün, “ İbnülemin Mahmut Kemal İnal”, DİA, c. XXI, İstanbul, 2002, s. 249-262. Hüseyin Vassaf, Bir Eski Zaman Efendisi İbnülemin Mahmud Kemâl Kemâlü’l-Kemal, Hazırlayanlar: Fatih M. Şeker-İsmail Kara, Dergâh Yayınları, İstanbul,2009. Fatih M. Şeker, Modernleşme Devrinde İlmiye Cevdet Paşa- ,İbnülemin Örneği, Dergâh Yayınları, İstanbul, Dursun Gürlek, Ayaklı Kütüphaneler, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul, 20011. Hatırat ve tanıklılıklarda yer alan İbnülemin için şu kaynaklara bakılabilir: M. Uğur Derman, Ömrümün Bereketi: 1, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul, 20011. Hakkı Süha Gezgin, Edebî Portreler, Hazırlayan: Beşir Ayvazoğlu, Timaş Yayınları, İstanbul, 1999. Taha Toros, Mazi Cenneti I, İletişim Yayınları, İstanbul, 1998. Hüsrev Hatemi, Anılar Ömür Süvarisi, Dergâh Yayınları, 2009. Beşir Ayvazoğlu, Gel Söyleşelim Cümle Geçen Demleri, Timaş Yayınları, İstanbul, 2012. 2011. Müteferrika Yaz 2000/1, sayı:17.
[2] İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Hoş Sadâ– Son Asır Türk Musikişinasları, İstanbul Maarif Basımevi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, seri 1,no.10,1958.
[3] Ömer Faruk Akün, “İbnülemin Mahmut Kemal İnal”, s.262
[4] Muhtemelen bu durum İslâm Ansikopedisi’ne “İbnülemin” maddesini yazan Ömer Faruk Akün için de geçerlidir. Bu bakımdan Mücevherlerin Sırrı kitabının “Önsöz”ünde yer alan “taramalarımızı mümkün olduğunca geniş tutmaya çalıştık. Tanpınar’ın (…) unutulan yazılarını gün yüzüne çıkarmak için amacıyla yürüttüğümüz çalışmaların merkezinde Ömer Faruk Akün tarafından hazırlanmış olan “Tanpınar’ın Yazılarının Bibliyografyası” isimli çalışma yer almıştır. Bu bibliyografyada adı geçen dergi ve gazeteleri büyük ölçüde yeniden taradığımız gibi, diğerlerini de araştırma yoluna gittik” ifadeleri manidardır. Muhtemelen, sözünü ettiğimiz yazının devamının bu araştırmacıların da gözünden kaçmış olması sadece Zeynep Kerman’ın dikkatsizliğinin sürekliliğinin belirleyici olmasından kaynaklanmamaktadır. Ahmet Hamdi Tanpınar, Mücevherlerin Sırrı Derlenmemiş Yazılar, Anket ve Röportajlar, Hazırlayanlar: İlyas Dirin, Turgay Anar, Şaban Özdemir, YKY, 2002, s. 11
[5] İsmail Kara “Ebülûla Mardin’in Ulema Haltercümelerine Dair” yazısında Ebülûla Mardin’in Medeni Hukuk Cephesinden Ahmet Cevdet Paşa adını taşıyan kitabın ortaya çıkışında dönemin devlet ricalinin etkisini şöyle açıklar: “Bu eserin ve-Cevdet Paşa’yı modern Türk tarihçiliğinin, hukuk modernleşmesinin ve çağdaş Türk düşüncesinin önemli bir rüknü haline getiren- Tanzimat I kitabının ortaya çıkışını devrin Milli Eğitim bakanı Hasan Âli Yücel’in, arka planı ve temel sâikleri hâlâ yeterince bilinemeyen teşebbüsüne ve cesaretine borçluyuz. Yücel 1945 yılında Cevdet Paşa’nın vefatının 50. yıldönümünü vesile edinerek böyle bir eserin( müstakil monografilerin ve makalelerden oluşacak eserlerin hazırlanmasını İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü’ne teklif etmiş, rektörlük Hukuk Fakültesi’ne muhtemelen tarihçiliği ve dile dair eserleri için Edebiyat Fakültesi’ne) iletmiş, Hukuk Fakültesi yönetimi de bu görevi en layık öğretin elemanına, Ebülûla beye tevdi etmiştir.” Dîvân Disiplinlerarası Çalışmalar Dergisi, cilt:16, sayı:31, s.161
[6] Yazının imlasında herhangi bir değişiklik yapılmamıştır. Tashih mahiyetinde yapılan düzeltmeler köşeli parantezle belirtilmiştir.