Benjamin de Siavès’in Tanpınar Yazıları
İstanbul’da Fransızca olarak yayın yapan Journal d’Orient’da “B. de Siavès” imzasıyla yayımlanan bu yazıların ilki, 19-21 Kasım 1961’de iki parça hâlinde okuyucuya sunulan bir portre yazısı, ikincisi gazetenin 28 Ocak 1962 tarihli nüshasında yer alan, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın vefatının ardından kaleme alınmış bir nekrolojidir. Yazıların müellifi Benjamin de Siavès, kahir ekseriyetini Yahudi ve Levanten azınlıkların oluşturduğu Türkiyeli frankofon okurlara edebiyat tarihinin belli başlı figürlerini tanıtmayı amaçlayan portreler hazırlamış, bunlar başta Journal d’Orient olmak üzere İstanbul (Stamboul) gazetesi ve Reşit Saffet Atabinen’in çıkardığı Turing Otomobil Kurumu Bülteni gibi mecralarda yazı dizileri hâlinde tefrika edilmiştir. Journal d’Orient’ın kurucusu ve yayın yönetmeni Albert Karasu’nun imzasını taşıyan sunuş metninde “İlk kez (yabancı dildeki) bir Türk gazetesinde milli, çağdaş ve modern yazarlara ilişkin bu türden bir yazı dizisi” yayımlandığına dikkat çekilerek, de Siavès’in yazılarının özellikle gayrımüslim cemaatlere mensup gençlerin Türk edebiyatına yönelik ilgilerini arttırması temenni edilir.[1]
Londra gezisi esnasında tuttuğu günlüklerinden[2] Journal d’Orient’ı takip ettiği anlaşılan Ahmet Hamdi Tanpınar, Şinasi’den başlayıp İzzet Melih Devrim’e kadar uzanan elli bir yazılık bu hayli kapsamlı çalışma içerisinde kendisine de yer verilmiş olmasından memnuniyet duymuş, Yahya Kemal için tertip edilen bir anma toplantısında tanıştığı Benjamin de Siavès’i vefatından birkaç gün evvel Gümüşsuyu’ndaki evinde ağırlamıştır. Yabancı bir dilde Tanpınar hakkında kaleme alınan ilk metinler olma özelliği taşıyan bu yazılardan bilhassa ikincisi, yazarın Prens Sabahaddin hakkındaki daha evvel bilinmeyen bir projesine dair ilgi çekici bilgiler içeriyor.
Bu yazıları takiben Journal d’Orient’ın sayfalarında Ahmet Hamdi Tanpınar’ın şiirlerinden tercümelere yer verilir: L’été passé” (Geçmiş Yaz), “Tempête” (Defne Dalı), “Dans le temps” (Ne İçindeyim Zamanın), “Tout l’été” (Bütün Yaz), “Silence Évocateur” (Her Şey Yerli Yerinde) ve “Le temps à Boursa” (Bursa’da Zaman). 1946’da Bernard Lewis tarafından İngilizceye aktarılan “Sabah” şiirini yayımlayan Islamic Review’in (Haydarabad) sınırlı sayıda okura hitap eden akademik bir dergi oluşuna karşılık Journal d’Orient’ın Avrupa başkentlerinde de takip edilen bir yayın olduğu hatırda tutulursa, Rebia Akil Ergüven’in Fransızcaya tercüme ettiği bu şiirlerin Tanpınar’ın dış dünyaya tanıtılmasına öncülük ettiği söylenebilir. Benjamin de Siavès’in son görüşmelerinde kendisine “Kitaplarımdan birinin Fransızcaya çevrildiğini görmek benim için ne büyük saadet olacak!” diyen şairin bu arzusunu vasiyet olarak telakki ettiği ve söz konusu tercümeleri teşvik ettiği anlaşılıyor. Aynı yazıdan, de Siavès’in Beş Şehir’in Fransızcaya çevrilmesi için çaba gösterdiğini de öğreniyoruz. (Habil Sağlam)
Büyük Yazarlarımız: Ahmet Hamdi Tanpınar[3]
I.
Yazarlık hayatına milli mücadeleden önce başlayıp Cumhuriyet’in ilanından sonra öne çıkan romancılarımızın birisi de elbette 1901’de İstanbul’da doğup eğitimini 1923 yılında şehrimizin Edebiyat Fakültesinde tamamlayan Ahmet Hamdi Tanpınar’dır.
- Hamdi Erzurum, Konya ve Ankara’da edebiyat öğretmenliği yaptıktan sonra Güzel Sanatlar Akademisinin estetik kürsüsüne (1934) ve oradan Türk edebiyatı profesörü olarak Edebiyat Fakültesine geçti (1939). Aynı yıl Maraş milletvekili oldu. Edebiyat Fakültesindeki kürsüsüne geri dönene değin Milli Eğitim Bakanlığında müfettişlik yaptı.
İlk denemeleriyle Dergâh dergisinde göründü. Bir düzine şiir. 1921-1923. (Bu dergi bilhassa ölümsüz milli şairimiz Yahya Kemal’in muhteşem şiirlerini neşretmekteydi. Halkımız ölüm yıl dönümünde sürekli çiçeklerle süslü hâldeki mezarının başında onu anmayı unutmuyor. On beş gün kadar evvel dokunaklı bir törende en güzel mısraları okundu, bunların bir kısmı da Safiye Ayla ve Münir Nurettin tarafından seslendirildi.)
Ahmet Hamdi Tanpınar şu ana kadar bizlere son derece latif hikâye ve romanlar sundu. Cümleleri teşbihlerle doludur, okuru tatlı ve ahenkli bir nehirdeymişçesine sürükleyen güzel teşbihler. Tasvirleri ender güzellikteki seraplar gibidir. Yazar zamanın içinde devinir, bütün aksiyon içerisinde psikolojik anlar arar. Amacının bilinçaltımızın en güzel kısmına dokunup onu harekete geçirmek olduğu söylenebilir.
Eserlerinin başlıklarından sadece birkaçını not edeceğiz: Huzur (1949’da yayınlanan bir roman), Yaz Yağmuru (hikâye derlemesi – 1955), XIX.Asır Edebiyat Tarihi (1956’de gözden geçirilip tamamlanan monografi). Abdullah Efendi’nin Rüyaları (hikâyeler, 1934) ve nihayet Ankara, Bursa, Erzurum, İstanbul ve Konya’nın son derece sanatkârane ve harikulade bir tasvirini sunan Beş Şehir[4] (1946). Eserde bu şehirlerin tabii ve tarihi güzelliklerini, örf ve âdetlerini, her birinin hususiyetlerini ve milli karakterlerini buluyoruz. Güzel olanı tespit etmeye mahir gözlerle görebildiği her şeyle titreyen bir ruhun, rafine bir sanatçının tasvirleridir bunlar.
Yaşar Nabi tarafından yapılan bir anketi cevaplarken, bir gün ansızın, edebiyatın dışındaki hiçbir branşa meylinin olmadığını tespit ettiğini itiraf ediyor. Kendisinden bahsetmenin en iyi yolunun başkaları üzerine yazmak, kısacası kendisini ötekinde bulmak olduğunu da aynı zamanda keşfetmiş. İnsanın güdülerinin kölesi olduğuna kanaat getirerek kalemi eline almakta gecikmemiş.
Babası sultanların idaresi altında memur olduğu için ailesiyle birlikte sıklıkla yer değiştirmeye mecbur kalmıştır. Bir şehri, o şehrin caddelerinden birisini, evini ve alışkanlıklarını, tek kelimeyle bir süreliğine bağlandığı ve meftunu olduğu, çocukluğunun masum rüyalarına konu olmuş her şeyi terk etmek zorunda kalan hassas yürekli küçük Hamdi, her defasında içten içe ağlıyordu. Her taşınmada aynı hayal kırıklarını, aynı kederleri ardında bırakıyordu. Bu durum düzenli ve intizamlı bir eğitim görmesine de mâni oluyordu. İşte bu sebepten ötürü, diyebiliriz ki Ahmet Hamdi her çocuğun ebeveynlerine ve hocalarına yönelttiği sayısız soru işaretine tek başına cevap aramak zorunda kalmıştır.
II.
Hükümetin hizmetinde çalışan babasının muhtelif görev değişiklikleri sebebiyle yazarımızın farklı seyahatlerine değinme fırsatı bulmuş, bütün bu mesken değişimlerinin genç Hamdi’nin ruh haline yaptığı tesiri görmüştük.
Ondaki okuma aşkı –günümüzde Irak’ta bulunan– Kerkük’te bulunduğu sırada başladı; henüz o yaşında müverrihlerimizin büyük kısmını okumuş bulunuyordu. Ardından ikamet ettiği Antalya’da ise Servet-i Fünun’da yayınlanan yabancı romanların yanı sıra yerel kütüphanedeki kitapların da kahir ekseriyetini yalayıp yuttu.
Gelgelelim, bütün bu okumalara rağmen o devirde henüz şahsi bir fikriyata sahip olmadığını ve edebiyat bakımından önemli bir keşif yapmadığını bizatihi belirtir. Okuyor ve hayal ediyordu (1918). Yavaş yavaş o dönemdeki yazarlarımızı okumaya başladı, her ne pahasına olursa olsun anlamaya çalıştığı Ziya Gökalp’e merak saldı. Daha sonra manzumelere ve Yahya Kemal’in lirik şiirine geçti. Musul’da –günümüzde Irak’ta– Ahmet Haşim’in bir şiir kitabını okumuş ve nağmesinin gayrı maddi fakat sürükleyici melankolisine bütünüyle kapılmıştı. (Bu üç büyük yazarla ilgili bilgi için bu köşenin önceki yazılarına bakılabilir.)
Yalnızca okumaları yönünden değil, bunun yanı sıra bir hastalıktan ötürü annesini kaybetmesi ve çektiği (süreğenleşme eğilimi gösteren sıtma nöbetlerine yol açan) bir hastalık sebebiyle de 1914-1918 dönemi yazarımız için bir insanın hayatını ve istikbalini şekillendiren ve tayin eden o dönüm noktalarından birisini oluşturmuştur. Memleketin Arap sakinlerinin çektiği, kendisinin de şahit olduğu sefaletler sebebiyle son derece bedbaht hissediyordu. Handiyse etrafında yalnızca hasta yahut açlık çeken insanlar görmekteydi.
Fikirlerini başka ufuklara yönlendirebilmesi ve beride şahit olduğu sefaletleri unutabilmesi için İstanbul’a gelmesi, yabancı işgali altındaki bu şehre yerleşmesi gerekiyordu. Dört yıl sürmüş bir savaşın yarattığı bütün mahrumiyetlerce kemirilen bu şehirde onun için yeni bir hayat başlıyordu. Ecnebi orduları tarafından çepeçevre sarılmış halde, öz yurdunda kendisini öksüz hissediyordu.
İdolü Yahya Kemal’in İstanbul Edebiyat Fakültesinde ders verdiğini öğrenen Ahmet Hamdi Tanpınar, onu yakından takip etmek amacıyla buraya kaydoldu ve böylece yavaş yavaş kendi hissi dünyasını terk ederek fikriyat dünyasına adım attı. Yazarımız daha sonra bu büyük şairden bahsederken “Hakikatte Yahya Kemal, edebiyatımızın bir asır, yâni Tanzimat’tan beri beklediği adamdı.” demiştir.
Yazarımız zaman içerisinde olgunluğa ulaştıkça kendisini okumaya vermiş, yabancı şair ve yazarları anlamaya gayret etmiştir. Evvela çok sevdiği Baudelaire’i keşfetmiş ve “luxe, calme et volupté”[5] mısraını şiar edinmiştir. Verlaine’i, Mallarmé’yi çokça okumuş, Anatole France’ı yalayıp yutmuş, Goethe, Hoffman, Dostoyevski ve Edgar Poe ile devam etmiştir. Her daim şiirinin içinde yaşayan Ahmet Hamdi, Variété’lerinden başlamak suretiyle Paul Valéry’ye merak salmakta gecikmemiştir. Valéry’nin ardında daha zengin bir edebi miras bulunduğunu kabullenmekle birlikte Fransız şairi ile Yahya Kemal arasında bir yakınlık buluyordu.
Fransız yazarları okumaya devam ederek Gide’in ve Proust’un eserlerine el attı. Avrupai eğitimini tamamlamak için yazarımız daha sonra –henüz kendi memleketinin musikisini bile anlamadan evvel– Batı müziğine alıştı ve nihayetinde sevip lezzetine vardı.
Ahmet Hamdi Tanpınar sükunetle yazar, sıklıkla kendi metinlerini birbirine bağlar ve tashih eder. İşe her şeyin baştan sona kararlaştırıldığı bir plan yapmakla başlasa da müteakiben farkına varmaksızın kendi konusuna esir düşerek bu planı değiştirir. Konusunu kolayca bulmasına karşın başlangıçta tasarladığı şekle riayet edemeyip, sıkı bir çalışmanın ve onca akıl yürütmenin sonunda mecbur kaldığı bir neticeyle karşılaşmak çok sayıda meşhur yazarın hissesine düşmüştür. Memleket bu büyük kalem sanatkârından hâlen çok şey bekliyor.
Ahmet Hamdi Tanpınar Sizlere Ömür[6]
Perşembe sabahı gazeteler şu hazin haberle çıktı: Büyük yazar, profesör ve şehrimizin Edebiyat Fakültesindeki Türk edebiyatı tarihi kürsüsünün sahibi Ahmet Hamdi Tanpınar ani bir kalp krizi neticesinde vefat etmiştir.
Böylece bir edebiyat adamı, büyük kıymeti haiz bir şair ve yazar, ülkesinin kendisinden hâlen çok şey beklediği bir anda yitip gidiyor.
Merhumu kısa bir süre önce tanıdım. Kasım ayının sonlarına doğru milli şairimiz Yahya Kemal Beyatlı’nın ölüm yıl dönümü vesilesiyle Safvet Lütfü Tozan’ın evinde düzenlenen anma toplantısına davet edilmiştim. Ahmet Hamdi Tanpınar da oradaydı. Birkaç gün önce Journal d’Orient’ın “Büyük Yazarlarımız” köşesinde yazarlık hayatına dair iki makale yayınlanmıştı. Çok duygulanmış, bu makalelerin yazarına teşekkür etmişti. Hemen ardından kitaplarından birini, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü, çok dokunaklı bir ithafla birlikte bana gönderdi. Bu kitabın yanına, beni kendi evinde ağırlamak istediğini belirten şahsi bir kart iliştirilmişti. Bu buluşma ancak geçtiğimiz pazartesi günü vuku bulabildi.
Aziz profesör, bu ilk ziyaretin aynı zamanda sonuncusu olacağı kimin aklına gelirdi! Hayatla, neşeyle ve edebiyatımızın tarihine büyük katkıda bulunacak, pek yakında icra etmeyi umduğun gelecek projeleriyle dopdoluydun. Prens Sabahaddin’in hayatını, adem-i merkeziyetçiliğe ve teşebbüs-i şahsiye dair teorilerini ele alacak olan, o denli önem verdiğin müstakbel eserin için bir çalışma planı kurmak üzere bana ikinci bir buluşma vaat ederken tebessümüne eşlik eder gibi görünen o iç çekişi ancak şimdi anlıyorum. O akşam bu çalışma için birikmiş bütün notları görme fırsatım olmuştu; bazı pasajları hakkında tartışmıştık ve aklına gelen noktaları hevesle not etmiştin.
Belki de hayatımızın belli bir merhalesinde, belli bir yaşın üstündeki kimselerle bağ kurmaktan kaçınmak gerekir, zira sağlayabileceği tatminlerin zamanı yakın bir gelecekte vesile olabileceği büyük kederlerle kıyaslandığında ziyadesiyle kısadır.
Aziz ve bahtsız üstat! Bakışının içten tonu ve dostça edalarınla beni ne denli rahat hissettirmiştin! Çok sayıda kitabını, notlarını, elyazmalarını ve karman çorman halde çalışma masana yayılmış müsveddelerini bana gösterirken bu “bekar düzensizliğinden” dolayı özür dilemiştin. Bu özür bir kederin alametiydi. Hemen bekarlığın sana ne denli ağır geldiğini anlamıştım.
Aziz profesör. Lakayt neşenin, ehlikeyf görünüşünün, keskin fakat akıl dolu muhabbetinin ardında seni kemiren bir tür karamsarlık saklamıyor muydun? Gülen gözlerinin ardına gözyaşlarını bastırmışlardan değil miydin? Şüphesiz bütün bunlardan birazıydın, bir keyif ve keder terkibi, hatıraların ve gelecek projelerinin bir halitasıydın. Fakat her şeyden evvel ömrünün sonuna değin kalemiyle ve kelamıyla, talimi ve icraatlarıyla ülkesine ve gençliğine faydalı olmasını bilen adamdın.
Valéry’ye, Proust’a, Bergson’a ve hatta Maurras’a –“bu sonuncusu, diye aceleyle ilave etmiştin, üslubu ve yazım tarzı için”– olan hayranlığını o denli heyecanla aktaran sesin hâlâ bende yankılanıyor. Son seyahatlerini, Proust’un –hareket noktasını teşkil eden meşhur merdiven başta olmak üzere– ilham verici nesnelerle dolup taşan evine yaptığın ziyareti bana nasıl bir zevkle anlatmıştın? Bütün bunlar ve birkaç saatlik zaman diliminde olan çok sayıda öteki şey telafisiz biçimde mazinin mülküne katıldı. Gelecek cuma gününe randevu verdikten sonra ayrılırken sarf ettiğin son cümleni burada tekrar ediyorum: Beni evinin fazlasıyla sarp merdivenlerinden çıkma zahmetinden kurtarmak için “senin evinde yahut bir pastanede” diye ilave etmiş ve elimi sıkarken “Kitaplarımdan birinin Fransızcaya çevrildiğini görmek benim için ne büyük saadet olacak!” demiştin. Bu cümle o anda hususi bir anlam kazandı; bu senin son arzunun dışavurumu, eserini seven ve ona hayranlık duyan gençler tarafından işitilmesi icap eden bir zil sesidir. Bu işe teşebbüs edeceklere imkânlarım elverdiği ölçüde, tashih yaparak yahut tercümeyi gözden geçirerek yardım edeceğime söz veriyorum.
Seni bunca seven çok sayıda öğrencin, okurların, büyüklerin ve dostların 61.yaşının eşiğinde vakitsizce ölümüne ağlıyor ve seni böyle zalimane bir şekilde vuran talihe lanet ediyor. Henüz sıcaklığını koruyan naaşının önünde saygıyla eğilerek, derin bir kederle sana veda ediyorum.
Benjamin de Siavès
Fransızcadan çeviren: Habil Sağlam
(Dergâh dergisinin Haziran 2020 tarihli 364. sayısında yayımlanmıştır.)
[1] “Les articles de Benjamin de Siavès sur les écrivains turcs”, Journal d’Orient, Albert Karasu Matbaası, 9.4.1961, s.2. Gazetenin yayın politikasında daha evvel son derece kısıtlı bir yere sahip olan Türkiye’ye ilişkin içerikler, 27 Mayıs darbesini takip eden dönemde ciddi biçimde artmıştır. İlgili yazı dizisi işte bu tarihsel bağlam içerisinde ısmarlanmış, 1961 yılı boyunca gazetenin sütunlarında yer bulabilmiştir. 1962’den itibaren gazetedeki Türkiye odaklı metinlerin yok denecek kadar azaldığı görülür.
[2] 22 Ağustos 1959 tarihli günlük, Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Başbaşa, Dergâh, İstanbul, 2018, s.160.
[3] “Nos Grands Écrivains: Ahmet Hamdi Tanpinar”, Journal d’Orient, 19-21.11.1961, s.2.
[4] Nisan ayının başında, büyük yazarlarımızın metinlerinin tercüme edilmesi için bir gençlik müsabakası talep eden makalemin yayınlanmasının ardından Journal d’Orient’ın bir okuru benimle temas kurdu. Bu kibar hanıma Beş Şehir’i Fransızcaya tercüme etmesini tavsiye ettim. Hatta çok güzel bir şekilde tercüme edilmiş bazı pasajları görme fırsatım oldu. Okurumuzun tercümeye devam ettiğini umuyorum.
[5] “Şehvet, sükûn, ihtişam.” (Suut Kemal Yetkin tercümesi.) (ç.n.)
[6] “Ahmet Hamdi Tanpinar n’est plus”, Journal d’Orient, 28.1.1962, s.2-3.



