Bir Sayfa Seçin

AHMET HAMDİ TANPINAR’A ve HUZUR ROMANINA DAİR

Cahit Tanyol

Sanatkârların ruhî gelişmesi türlü manzaralar gösterir. Bir kısım sanatkârlar bir fırtına gibi gelir, yayılır, genişler ve az zamanda devre hâkim tek ses olurlar. Fakat genel olarak sanatta en çok fire veren şöhretler bunlar arasında olur. Çünkü bunlar kendilerini, kendi düşünceleri içinde inşa edemezler, sadece devrin temayülüne bir nevi hoparlör olurlar. Sosyal heyecanın küçük bir istikamet değiştirmesi onların unutulmasına yeter. Fakat bunlar arasında bazen Rimbaud gibi kısa bir ömrün kadrosu içinde çok kesif bir hayat yaşamış olanlar da vardır. Bunların ilk darbesi Cornaille’in de yetişen “üstad darbesi”dir. Böyle olanlar bile şöhretlerini başka nesillerin harcanan ömürlerine dayandırırlar.

Gerçek hiçbir sanat eseri bir yıldırım darbesiyle bütün güzelliklerini açığa vermez. Her sanat eseri zevkini, estetiğini ve fikrini birlikte ve yavaş yavaş getirir. Bundan ötürü sanat eserinin sınırlarını aşan fikirler, birtakım boş sözlerdir. Bu bakımdan denebilir ki sözlerine en az kulak verilecek kimseler sanat üzerinde konuşan filozoflardır. Çünkü onlar sanat eserlerine çoğu zaman kendi felsefî sistemlerini koruyacak yolda mânâ verirler. Gerçi estetik problem onların düşüncelerinin esaslı unsurlarından biridir. Fakat ne yazık ki sanatın lezzetini, tadını çıkarmak için filozofların bize vereceği şey pek azdır. Onlar, hemen her zaman, fikri korumak için zevki şaşırtmışlardır.

Şöhretini bir anda yapan sanatkârların karşısında, diğer bir sanatkâr örneği vardır ki bunlar şöhretlerini ağır ağır, sindire sindire yaparlar. İnsanlığa yeni bir dil getirirler. Çok zaman yadırganır ve hayret uyandırırlar. Büyük sanatkâr, önce vatandaşı kendisi olan bir dünyanın hükümdarıdır. Ömrünün sonuna kadar söyler ve söylediklerini açıklamaya çalışır. Çevresindeki insanlar onun ne dediğini anlamaya başlayınca artık sanatı dışında konuşmayı lüzumsuz görür ve mısralarının mağarasına çekilerek ruhunun ışıklarını oradan aksettirir. Yahya Kemal’in şiir dışı yazılara sırtını çevirmesinin hakiki mânâsı bu olsa gerek. O, bu hareketiyle bize, aynı zamanda, sanatla ısrarın bir fazilet olduğunu da söylemiş oluyor. Sanatkârın ahlâkı bununla ölçülür.

Bizim edebiyatımızda Yahya Kemal’in getirdiği bu sanat moralini hayatına düstur yapanlardan biri Ahmet Hamdi Tanpınar’dır. Yıllardır bir mü’min sadakatiyle büyük şairin haber verdiği hakikatler üzerinde ısrar ediyor. Şiirleriyle, hikâye, roman ve makaleleriyle kendisine yeni bir dünya kurmaya çalışıyor…

Tanpınar bir rüya şairidir. Fakat bu demek değildir ki o birtakım fanteziler ve gereksiz hayallerle ömrünü harcayan adamdır. Hayır, o sadece Yahya Kemal’in haber verdiği, bir takım gerçek kıymetlerimizi, rüyanın yardımıyla yeniden inşaya çalışmaktadır. Kıymetler bir cemiyetin mayasıdır. Tanpınar, Türk milletini yüzyıllar içerisinde diri tutan bu kıymetlerin neler olduğunu araştırıyor. Fakat onu, bir filozofun, bir sosyoloğun kuru tahlilleri kadrosundan kurtararak kendi içinde tesise çalışıyor. Kıymetlere temas ediyor, onların hayatına kendi sıcaklığını karıştırıyor. Bundan dolayı olsa gerek ki, bu rüya şairinin eserlerinde realist iddialardan fazla, kendi hakikatlerimizle temasa geliyoruz. Beş Şehir, “Geçmiş Zaman Elbiseleri”, Mahur Beste bizi kendi mahiyetimizle yüz yüze getiriyor. Bu eserler bize ölü vakalar ve tarihler halinde kalan hayatımızın canlı ve dinamik manzaralarını, teferruattan sıyrılmış bir şekilde veriyor ve nihayet Huzur romanında bu kadronun sınırları, hayatın ve İnsanî dramın müşterek meselelerini de içine alan bir genişliğe kavuşuyor.

Biz bu yazımızda Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bu son eserinin ortaya attığı meseleler üzerinde kısmen durmak istiyoruz. Huzur romanı Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilmiştir ve şimdi eser yeni baştan yazılmıştır denecek kadar zengin değişiklik içinde basılmaktadır. Tefrika edildiği zaman, alışılmış gazete romanlarına benzemediği için, geniş bir okuyucu topluluğunu memnun ettiğini pek sanmam. Kesif ve devamlı bir düşünce romanın yürüyüşünü ağırlaştırdığından, mekanik harekete alışmış olan ve romanı bir düşüncenin açılışı ve yayılışı şeklinde değil de tembel ve âvâre saatleri harcamaya bir vasıta sayan kimseler için eser belki de can sıkıcı görülebilir. Hemen söyleyeyim ki çırpıştırma tercümelerin, âdi teliflerin okuyucu seviyesini günden güne düşürdüğü bir zamanda Cumhuriyet gibi bir müessesenin böyle ağır bir esere sütunlarını açık tutması, fikir ve sanat adına şükranla anılacak bir hâdisedir.

Tanpınar’ın Huzur romanı kendisine lâyık olduğu kâr ve huzuru sağlayıp sağlamayacağını bilemem. Fakat bu işte Türk edebiyatının kârı büyük olmuştur. Bizde bu romanla ilk defa felsefî düşünce romanın hayatıyla kaynaşıyor ve lüzumsuz bir eklenti olmaktan kurtuluyor. Eserde insan talihi bir problem olarak ortaya atılıyor. Nedir bu insan hayatı? İşte Huzur romanı bu sorunun cevabını aramaktadır. Sanatkâra göre hayat gerek cevherinde ve gerekse seyrinde bir gayrı mantıkilik gösterir. İnsana düşen vazife bu gayrı mantıkiliğe mağlûp olmamaktır. Romanın iskeleti bu fikir dramına dayanmaktadır. Eserde -birçok romancıda olduğu gibi- öğrenilmiş, taklidî bir felsefeden ziyade yaşanılmış ruh hâllerine, felsefenin derunî sezgisi refakat etmektedir… Bundan dolayı romanda hiçbir iğreti fikir ukalalığı sırıtmıyor. İşte Tanpınar Türk romanına düşünceyi ve felsefeyi getirdi derken bunu anlatmak istiyoruz. Gerçi onun fikir mayasında Freud’dan, Bergson’dan, Paul Sartre’a kadar birçok filozof ve psikologların izlerini bulmak mümkündür. Fakat o, bütün bu felsefelere dışarıdan bakmasını bilmiş, şahsiyetini bu felsefelerin içinde kaybedeceği yerde, onları kendi hayat ve düşünce dünyasının birer malzemesi haline getirmiştir. Bu bakımdan roman, felsefî olmaktan fazla, psikoloji ve felsefeye bir takım yeni düşünce malzemesi verebilecek kabiliyette görünüyor.

Eserde ikinci önemli nokta İstanbul’u bütün iç güzelliği ile bize vermesindedir. Romanı okuduktan sonra İstanbul’u bu tarih ve düşünceler memleketini, yeniden keşfediyoruz, onun cevherine katılan mânâyı bizim olan sesini duyuyoruz. Orada Boğaziçi konuşuyor. Sahaflar çarşısı, bitpazarı konuşuyor ve her biri kendi özel iç hayatının rüyasını hikâye ediyor. Zaman, takvim, büyülü bir nesrin melodileri içinde eriyor. Hayat, eşya, her şey birden dile gelmiş, kimisi bize, İstanbul’un en güzel paysagelerini veriyor; kimisi çağların mânâ ve zenginliğini anlatıyor. Bu suretle şiirimiz, mimarimiz ve musikimiz, yekpare ve aydınlık bir dünya içinde ebedî güzelliklerini açığa vuruyor. Bütün bunlar bize, hayatın gayrı mantıki akışını durdurmaya çalışan gayretlerin düzenini sağlamaktadır.

Bazan bir üslûp darbesiyle kendimizi klâsik musikimizin saltanat sürdüğü çağların kapısında buluyoruz. Mevlevî ayinlerinin cezbesi içinde, şahsiyetimizin bir melodide eridiğini fark ediyoruz. Romanı nerede terk ediyor, beste alaylarına nerede karışıyoruz, anlamak mümkün değil. Türk musikisi, bir “semaî”nin dar kadrosu içinde sonsuzluğu, genişliği nasıl içine alıvermiş, bunu seslerin tenimize dokunmasından anlıyoruz.

Huzur bizi varlığımızın özünü teşkil eden kıymetlerden biri olan musikimizi anlamaya götürüyor. İşte bu düşünce kökleştiği zaman “Yunus Emre Oratoriosu” gibi eserlerdeki anlayış noksanı kendiliğinden meydana çıkacaktır.

Hemen şunu hatırlatalım ki Tanpınar musikimizin üzerine eğilmiştir, derken onu sadece Yahya Kemal’in dev kanatlarından sızan ilhamlı ve bereketli ışığın bir taşıyıcısı, bir işçisi olarak görmekteyiz. Esasen kıymetlerimiz üzerine eğilecek nesiller daima bu büyük adamın şaşmaz rehberliğini içlerinde taşıyacaklardır.

Tanpınar kıymetlerimizi yakalayabilmek için kendisini eşyaya sindirmesini biliyor. Hayatın bütün macerasını bir filozof gibi değil, bir sanatkâr gibi, bir nevi “içe gömülme”den çıkarıyor. Fakat bu “içe gömülme” psikologların yaptığı tarzda, dikkatin mücerred ve sun’i arayışları şeklinde değil; tam tersine duyuş verilerinin, içimizde kurmuş olduğu âleme doğru bir iniş, hayatı içten yaşayıştır. “Intropection” psikolojisinin bir çıkmaza saplanması, şuuru dış dünyadan ayrı ve kendi kendine yeter bir meleke sanmasıdır. Halbuki, onu zenginleştiren ve mânâlandıran bizzat dış hayatın kendisidir. Huzur romanı bize diriliğini kaybetmemiş, hayatla bağlarını koparmamış bir şuur çalkantısı veriyor. Eseri speculation’dan, felsefenin ağırlığından koruyan da bu olsa gerek.

Romanda diğer bir ağırlık noktası da kendi meselelerimizin incelenmesidir. Bunu, okuyucularımın kitapla baş başa kaldığı günlere bırakıyorum.

(Yeni Sabah, 4 Eylül 1949)