Bir Sayfa Seçin

AHMET HAMDİ TANPINAR HAKKINDA

Cahit Tanyol

Türk edebiyatı, Avrupai manada, şuurlu bir şiir anlayışını, mühim mikyasta iki şahsa borçludur: Ahmet Hâşim, Yahya Kemâl…

Adlarına henüz edebî bir devir izafe edilmeyen bu iki büyük sanatkâr, kendilerinden evvel gelen nesillere, hakikî şiir örneklerini vermek ve okuyucuyu aldatmamak bakımından, üstün bir kıymete hak kazanmışlardır. Hâşim ve Yahya Kemal’den evvel gelen devrin sanatkârları, bir taklit istihalesinin içinde yuvarlanarak, nâkıs ve natamam kıymetler olarak mütalâa edilebilir. Bu iki büyük şahsiyeti, bugüne kadar, devrinin moda kıymetleri hududunu aşamayan köksüz muhtelif nesiller takip etmiş, ün almış ve nihayet kendilerinden evvel ihtiyarlayan eserleriyle edebiyat tarihlerinde yalnız bir “isim şöhreti”nin siyanetine sığınmak tesellisiyle iktifa etmişlerdir.

Bu arada aynı çağa mensup olmakla beraber, düşünüşlerindeki sıhhat bakımından, Yahya Kemal ve Hâşim’den bugüne atlayan, kabuğuna çekilmiş, münzevi ve gösterişten müstağni, edebiyat tarihlerinde adlarına rastlanmayan, fakat edebiyat tarihi yazdıracakları muhakkak olan bazı isimler vardır ki, bunlardan biri Ahmet Hamdi Tanpınar’dır.

Ahmet Hamdi hayat ve eserlerinde yekdiğerine zıt olan Hâşim ve Yahya Kemal gibi iki büyük sanatkârı birleştirmekle kalmamış, onları daha ileri götürerek, bizi yepyeni ve garip bir tahassüs âleminden haberdar etmiştir. Onun son yıllardaki yazılarına dikkat edilince, Hâşim ve Yahya Kemal’e göstermiş olduğu hürmet ve hayranlıkla, şükrana benzer bir kadirşinaslığın faziletini de sezmek mümkündür.

Ahmet Hamdi bugünkü olgunluğuna erişebilmek için hayatını ve gençliğinin en mesut hülyalarını titiz bir sanat çilesine vakfetmiş ve bir rahip feragatile, içtimai davalarda ruhu tehyiç eden ihtiraslara kapısını kapamıştır. O da Ahmet Hâşim gibi şiirin haysiyetim gölgeleyen siyasî cereyanlara kalemini âlet etmekten çekinmiştir. Bu bakımdan hayatı, Türk sanatının müstakbel nesillerine, muvaffakiyetin, tahammül, feragat ve sabırda olduğunu öğretenlerden biri olarak gösterilecektir.

Ahmet Hamdi sanat hayatına bir fırtına gibi giren ve “ilk darbesi üstat darbesi” olanlardan değildir. Şiirleri kel ve çıplak tepelerin gösterişsizliğine sığınan esrarlı mağaralara benzer; tılsımını bilmeden kapılarını size açmaz.

Dergâh mecmuasıyla yazı hayalına atılan Ahmet Hamdi, ancak son senelerde kendi estetiğinin örneklerini vermeye muvaffak olmuştur. Uzun yıllar o, Şark ve Garp’tan en büyük sanat eserleriyle ruhunu beslemiş, her dehanın ziyafetinden kâm almış, her pınar başında yeni bir şarkının kıyısına eriştikten sonra nihayet bugün kendi şiir âleminin hudutlarını tesbite muvaffak olmuştur. Onca şiir, kelimelerin içindeki esrarın, ruhun karanlık aynasına tutulmasından doğan bir mucizedir. Ahmet Hamdi kelimelere vermiş olduğu kıymet itibariyle bir “Nominaliste” filozof kadar mutaassıptır. Onun için esas olan şey tabiattan fazla kelimedir. Ve hatta insana öyle gelir ki, kelimeler tabiat ve eşyadan evvel yaratılmış ve mevcudat kelimelerdeki gizli âlemlerin keşfine bir vesile olmaktan ve tabiat insan ruhu ile kelime arasında bir mutavassıt rol oynamaktan ileri geçemez. Kemal; tabiatta değil, kelimededir. Bundan ötürü bir fotoğraf adesesinde tesbit edilen camit ve ölü şekillerin ötesinde, bir sanat olacağını idrak edemeyenlerin ve “sanat tabiatı taklit eder” diyenlerin fikirlerine Ahmet Hamdi o kadar yabancıdır ki, böyle bir fikre karşı “tabiat sanatı taklit eder” cevabını vermesi pek muhtemeldir.

Onun yazılarında eşyayı tecrit etmek ve mümkün olduğu kadar ona dil olan kelimeyi, bizim dünyamızın renklerinden ve seslerinden uzaklaştırmak ve kelimenin nizam âlemini ruhumuzun sisli cazibesinde bir sihre kavuşturmak cehdi göze çarpar. Çünkü onca en mükemmel tabiat kelimelerin içinde uyuklamaktadır. Kelimeler, ruhun “vahy”inde aydınlanan ve canlanan bir mucizeye dil olmak heyecanıyla uçuşurlar. Onun bu kelime dininin havariliğini, şahsî sohbetlerinde dahi bulmak mümkündür. Esprit yapmak ruhun kelimelerde bir oyunundan başka nedir? Ahmet Hamdi’de ise bu bir tabiatı saniye hükmündedir. Zaten onun dünyasını idrak edebilmek için bir parça onu tanımak ve yazılarına bir kilit vazifesini gören konuşmasını dinlemek lâzım.

Böyle bir düşünüş şekli onun şiirlerine, ihsas ve idrakimizin yadırgadığı harikulade bir dünyanın hendesesini işler. Ahmet Hamdi’nin eserlerinde tesadüf edilen bazı “paysage”lar dahi bizim iklimimizle münasebeti olmayan ve bizim dilimizle pek konuşmayan şeffaf, mütelevvin ve ürkek renklerle aydınlatılmış, başka bir dünya anlayışının habercisidir:

Bu akşam, bu tenha saati, ömrün;
Uzak servilerin arkasında gün…
Bu güneş döşenmiş bahar bahçesi, 

Suyun uzaklaşan yaklaşan sesi.
Ve yanık türküsü dalda bülbülün
Ateşten çemberi içinde gülün.

Ahmet Hâşim’de tabiat, nisbeten yumuşak ve duygularımıza dost bir heyecan içinde görünür. Onda dünyayı kâfi derecede güzel bulmamaktan mütevellit bir endişe vardır. Ahmet Hamdi ise bu dünyaya, kendilerini daha iyi dinlemek için boş yolların ıssızlığına sığınan kimselerin lâkaydisiyle bakar; ve bize tesadüfen kapımızın önünden geçen bir seyyah kadar dahi ehemmiyet vermez. Adının hâlâ mahdut bir zümre tarafından bilinmesinin sebebi, şöhrete karşı gösterdiği istiğna ile beraber, yazılarındaki çetin kapalılıktan ileri gelmektedir. Ve esasen Ahmet Hamdi hiçbir zaman “populaire” olamayacaktır. Onun şiirleri halk ve her şeyden dem vuran ukalâ münevverler için daima yabancı bir seyyarede, başka şartlar, başka uzvi yaratılışlara tâbi mahlûkların dili kadar karanlık ve anlaşılmaz kalacaktır. Çünkü bir sanat eserinde his unsuru ne kadar iptidai ve harcıâlem ise, o kadar da geniş bir okuyucu kitlesine hitap eder. Bu nevi his unsuru azaldıkça sanat eserinin bizimle müşterek bağlılığı da azalır ve ancak “elite” bir zümrenin zevklerine cevap vermekle iktifa eder. Ahmet Hamdi’de ise hisler, iradi olarak hapsedilmiş ve iptidaî unsurlarından sıyrılarak bir zekâ irtifâına tahavvül etmiştir. Yazılarının tecritçi hususiyeti ve kelimelere olan dindar bağlılığı, ihsaslara vermiş olduğu böyle bir istikametten ileri gelmektedir. “Image”a temayülünde de onun bu hususiyetinin rolü mühimdir. Bundan ötürü, duygularında, alışık olmadığımız acayip bir güzellik, anlamadığımız bir büyü, idrak edemediğimiz bir hendese göze çarpar.

Ahmet Hamdi’nin dünyası bulanık bir “kaos” hali arz etmez; ölçü hakimdir ve bir parça Eflatun’un “idee”ler âleminden müştakhr. Onun tecritçi zekâsı hiçbir yorgunluk hissettirmeden bizi, esrarlı merdivenlerden kendi âleminin kıyılarına çeker ve biz artık orada sıklet mefhumu bilinmeyen ve câzibe kanununun tesirinden âzâde bir hayata kavuştuğumuzu hissederiz ve boşluklarda rahat, sakin yürüyebiliriz;

Ne içimleyim zamanın
Ne de büsbütün dışında
Yekpare geniş bir ânın
Parçalanmaz akışında 

Bir donuk rüya rengile
Uyuşmuş gibi her şekil,
Rüzgârındaki yaprak bile
Benim kadar hafif değil.

Şair kendi sükûn ikliminin boşluğunda muradına ermiş bir derviş gururuyla yaşamakta:

Başım sükûtu öğüten
Uçsuz, bucaksız değirmen,
İçim muradına ermiş
Abasız, postsuz bir derviş.

Artık mesafeler bölünmüş, zaman erimiş ve çağ bir “an”ın içinde sallanmaktadır. Şairi, hendesî zekâsının istinatsız dünyasında boşluğa yaslanmış bulutlardan daha mesut bir sükûnet içinde temaşa edebiliriz. Ve görürüz ki, şair kendi yaratmış olduğu âlemden ayrı bir varlık değildir.

Kökü bende bir sarmaşık
Olmuş dünya, sezmekteyim.
Mavi, masmavi bir ışık
Ortasında yüzmekteyim.

Şu mısralar, karanlık ülkelere fecri taşıyan mavi bir kartalın kanadında Finleı’in Kalavala destanına yollar çizmekle:

Çelik gagasında fecri taşıyan
Mavi kartal ben’im… pençelerimde,
Asılmış bir zümrüt gibidir hayat…

Arlık her mısra bizi zaman dışında başka bir mesafeye, başka bir diyara fırlatmaya kâfi gelmekte. Kendimizi kâh Faust’un

Yavaş yavaş aydınlanan
Bir denizaltı alemi,
Yosunlu bir karanlıktan
Çekiyor kendine beni.

Bir mezar sessizliğinde
Uyanıyor birer, birer.
Ürkek, bulanık vehminde
Zamanı bölen şekiller.

Ey sükutun bir nefeste
Yaktığı billur avize!
Bu esrarlı müselleste
Gökler yakınlaşır bize.

Aydınlanan hendesesi,
Sonsuzluk bahçendir senin!
Dinleyin geliyor sesi
Anlarla böceklerin… 

Bilirim kimse içemez
Üst üste aynı menbadan
Bir veda gizler her nefes
Vurulmuş kıyılardan

Şair beldesinde yapayalnız yaşamakta ve kendi kendine kâfi gelmektedir. Yalnız ara sıra ikliminin sükûna dil olan ufuklarında bazen geçmiş ilâhların ayak izlerini hissetmekteyiz. Meselâ şu mısralarda sanki, İran mabetlerinin loş karanlığına gömülen meşhur bir fırtınanın akisleri gibi, şer mabudu Ehrimen homurdanmaktadır:

Fırtına, sonsuzluk, esrarlı bitiş…
Karanlık dağıtıyor meyvalarını
Yemyeşil bir ağaç sarsıyor geniş
Kollarında ufkun dört duvarını. 

Boğuşan devler var uzak bir yerde.
Kanlı hiddetidir bu ses onların,
Yarın bir gül açar boş bahçelerde
Belki son çığlığı boğulanların.

***

Ahmet Hamdi Tanpınar’da, bizim şairlerimizden tutunuz da garbın büyük sanatkârlarına kadar hepsinden bir takım mayalar var. Fakat bunların hiçbirisinde onu, okumuş olduğu eserlerin tesiri altında, bir taklit adiliğine düşmüş göremeyiz. Ve hatta bazen mısralarda gördüğümüz iştirak dahi şaire olan itimadımızı sarsmaya kâfi değildir. Meselâ onun şaheserlerinden biri olan “Hatırlama” da Paul Valery’nin “Le bois amical”inden izler, hatta aynen mısra bulmak mümkündür:

Ömrün gecesinde sükûn aydınlık
Boşanan bir seldi avuçlarından,
Bir masal meyvası gibi paylaştık
Mehtabı kırılmış dal uçlarından.

“Le bois amical”de ise:

Nohs marchions Comme des fiancés
Seul, dans da nuil verke prairies:
Noue partugion Cc fruit de fecrine
La lune aınicale aux insessés.

Her iki kıt’anın üçüncü mısraları mana itibariyle yekdiğerine ne kadar yakın. Fakat buna rağmen Valery ne kadar Hamdi’den ayrı ise bu iki şiir de o kadar yekdiğerinden uzaktır. Belki Ahmet Hamdi’nin bu şiiri yazmasında “Le bois amical” bir rol oynamış olabilir. Fakat bizim şairimizin “Halırlama”sını hiçbir suretle ondan geri bulmuyoruz. İhtimal bu, hatırlama işi de, Ahmet Hamdi’nin Valéry ile fazla düşüp kalkmasından ileri gelmiştir. Ve onun asıl kudretini de okuduğu eserlerin tesirinden sıyrılmaktaki muvaffakiyetinde bulabiliriz.

Bununla beraber, Ahmet Hamdi’nin neşredilmiş bazı şiirlerinde yavan, kendisinin de nefret ettiği klişe mısralar varsa da bunu son yazılarında bulmak mümkün değildir. Meselâ şu mısraların Hamdi estetiğiyle hiçbir alâkası yoktur:

Seni ufuklar gel diye çağırır.
Ellerinde çiçek ve haykırarak.
Seni gür sesile hayat çağırır.
Beni de çiğneyip geçtiğin toprak

gibi…

Fakat bunlar sanatkârın tekâmül devresine ait olduğu için şahsiyetini bulmuş şairle aralarındaki akrabalık, bir hatıradan fazla bir kıymeti haiz değildir.

***

Ahmet Hamdi “şiir, zekânın ısrarından başka bir şey değildir” diyen Baudelaire ile aynı bedii içtihada sahiptir, Esasen yazılarındaki keskin ve çetin çehre, onun aynı zamanda kuvvetli bir münekkit olduğunu göstermeye kâfidir. O, yazılarını, hiçbir hodkâm endişeye tâbi olmaksızın, yabancı bir gözle tenkit süzgecinden geçirecek kadar feragat sahibidir. Her şaheserin tekevvününde birinci planı tenkit ruhunun işgal ettiğine inananlardandır. Ahmet Hamdi’nin muhayyileye, Oscar Wilde’in duyguya vermiş olduğu ehemmiyet nazarı itibara alınmazsa İngiliz muharririnin:

“L’imagination imite: C’est l’esprit critique qui creé”[1]

cümlesi onun da bu husustaki fikrine tercüman olabilir. Ahmet Hamdi’nin tenkitlerini sohbetlerinden süzülen bir istihza aydınlatır. Ruhu avlamak hususunda Hamdi kadar mahir sanatkâr pek azdır.

Ahmet Hamdi’nin şahsiyeti, eserlerinden çok üstündür. Hatta onun tenkitleri, şifahi konuşmalarının, derslerinin sönük bir kopyası olarak kabul edilebilir. Şifahi tenkidin diğer tenkit nevilerinden ehemmiyetli oluşunu ve üstünlüğünü iddia edişinde ihtimal, kendisindeki bu ruh haletinin tesiri vardır.

Bazen bir tek cümle ile bir sanatken hususiyetlerini gözümüzün önüne bütün çıplaklığıyla serebilmenin sırrına vakıftır. O, dünya ile dünyadakilerle alay etmek için gönderilmiş hususi bir Mefisto’ya benzer. Her şeyle ve hatta kendisiyle dahi alay etmekten çekinmez. Fakat bu müstehzi ruhun, Cenab’ın filozof Mazlûm’u ile hiçbir alâkası yoktur. Cenab’ın istihzası, üslûbu gibi ne kadar cicili bicili ise, Ahmet Hamdi’ninki, o kadar çıplak ve “spontane”dir. Ayrıca Cenap’ta, istihzasından mağrur bir safdillik göze çarptığı halde, Ahmet Hamdi’nin istihzası, dünyadakileri ahmak ve değersiz bulmaktan ileri gelmekte ve insanı perişan, mustarip bir mahlûk olarak yaratan Tanrı’ya karşı bir aksülamel şeklinde tezahür etmektedir.

Ahmet Hamdi ıstıraplarını bir günah gibi hayatından, eserlerinden silmeye çalışmış ve onları bir istihza ile maskelemesini bilmiştir. Onun mısralarında müşahede ettiğimiz çetin ölçünün yevmî hayatta tatbikatçısı, bu istihzadır. Onda:

“Jaime la majesté des soufrances humaines”[2]

diyen Alfred de Vigny ile ruhî bir akrabalık da bulmak mümkündür.

Bir gün, estetiğini pek sevmediği bu Fransız şairinin “Kurdun Ölümü” adlı şiirini okurken dudaklarının kenarında Baudelaire’in zalim istihzalarından bir Tayf’ın gezindiğini hâlâ ürpererek hatırlarım.

Son olarak Ahmet Hamdi Tanpınar’a iğrenç ve soyları bir hayat mücadelesi ortasında; sihrini yavaş yavaş kaybeden dünyamıza, görünmez beldelerin ümitlerini getiren, nurdan mısralarını artık bir kitapta görmeyi arzu ettiğimizi söylemek isteriz.

(Aramak, sayı 5, Ağustos 1939, s. 6-11)

[1] Muhayyile taklit eder, yaratan tenkit ruhudur.

[2] Ben beşeri ıstırapların haşmetini severim.