AHMET HAMDİ TANPINAR
Adalet Cimcoz
“Hayatımın tek mânası İstanbul sevgisidir!” Bu tümceye sık sık rastlamışımdır mektuplarında. Paris’ten yazdığı başka bir mektubunda da şu satırlar var: “Paris trajik bir şehir, neş’esinde bile bu var. Fransız şarkılarını şehrin bu tarafını yakalamadan anlamak imkânsız. Üç akşam üst üste metronun açık kısmıyla mahalleme döndüm. Bütün bu sokaklar, yağmur ve sis altında bana nasıl sevdiğim şairi Baudelaire’i hatırlattı: bir şairin bu şehirde böyle yaşaması ne güzel; ne yazık ki, sanat her zaman hayatla bu alışverişi yapmıyor.”
Tanpınar, ellisini geçtikten sonra gidebildi Batı ülkelerine. Belki İstanbul’u çok sevdiğinden, belki de yaşam kaygısından gidememişti gençliğinde, bilmiyorum.
Korkardı yalnız kalmaktan; gene de bir türlü evlenememişti; oysa genç dostlarına: “Sakın benim gibi bekâr kalmayın, evlenin” diye az mı öğüt vermişti! Gerçekten korkardı yalnız kalmaktan, bu yüzden de değişik çevrelerle dostluklar kurmuştu. Gene Paris’ten yazdığı bir mektubunda şöyle diyor: “Benim tezgâhım, laboratuarım hep kafamın içi. Galiba ondan sıkılıyorum. Fransızlarla dost olamadım. Tesadüfün getirdiklerini ben beğenmedim, ısrar etmedim. Meselâ Malraux’yla, Sartre’la, Camus’yle dost olabilirdim. Fakat onlar küçük krallar. Benim haddimi aşmışlar. Beynelmilel şöhretleri var. İşte bu yalnızlık yok mu? İnsanı çıldırtabilir. Kendi nesline dahi sonradan iltihak edilemiyor. Halbuki onların, gençliğinde ben de burda olsaydım, şimdi bir yığın dostum olurdu. Bir şey kalıyor: kayıtsız, şartsız beğendiğin ve sevdiğin adama gitmek! Bugünkü Fransa’da benim için böyle bir şey yok. Ve yalnızlık yoruyor.” Bir yerinde de: “Ah bu yaş meselesi, bu içimizden kendimize tuttuğumuz korkunç ayna. Hiçbir şey onun kadar zalim olamaz. Bu yamyam, bu korkunç maske, hayatımın her döneminde karşıma çıkıyor.”
Bütün sanatçılar gibi duyguluydu elbet, bütün sanatçılar gibi de eleştirilmeğe pek kızardı. Kendi eleştiri yazılarında bile, sanatçıyı kırmamak için bin dereden su getirirdi. Şiirden anlaması doğaldı elbet, ama resimden onun kadar anlayanı az gördüm; mektuplarının birinden aktardığım bölüm bunu açıklar:
“Snobizimden nefret ettiğim için modern ressamların karşısında serseme döndüm. Ressamların çoğu şahsiyetten mahrum, çocuk. Hemen hemen cahil, ezberden konuşuyorlar, fakat arkalarında Fransa ve ağızlarında Fransızca var. Bazen bu Montparnas hiç hoşuma gitmiyor, istidatları iflâs ettirme makinesi gibi geliyor bana. İşte dün Piyonon’un sergisindeydim. Herif çalışa çalışa kendisine bir kâbus âlemi tedarik etmeğe muvaffak olmuş.. Fakat yalnız kâğıt ve tuval üzerinde, ordan çıkıp insana yapışmıyor. Allah verdiği nisbette sanatkâr olabiliyoruz. (…) Gelelim burda yaşayan bizim ressamlara: F. Zeyit durgun ve çok kendi kendisiyle dolu kalıyor. Fakat güzel resimleri var. Fransız camcılığından çıkabilecek, çıkartılabilecek her şeyi almışa benziyor. Şimdi de figürasyona doğru gidiyor. Herhalde bazı tablolarında son binbir gece masalları. Hepsinde değil, büyük ve kompoze eser yapınca düşüyor, istiyor ki, buna figüratif hikâye yetişsin, musiki olsun. Halbuki, tabiatında yok bu istediği şey. Mamafih son çalışmaları güzel; non-figüratif, küçük nisbetlerini bulmuş eserler için çok güzel.
“Neden bizim arkadaşlar zorla dev olmak istiyorlar? (Ah Nuri, burda olsa, neler yapar, nasıl sevilir!) Abidin’in bazı resimleri çok güzel, fakat o da dev olmak iddiasında. Benim Abidin’de tenkit ettiğim nokta şu: bazen fazla şişkin oluyor. Çizgiye kendisini fazla teslim ediyor ve belagata düşüyor. Sonra renklerini az değiştiriyor ve nihayet hep aynı mihverin etrafında kalıyor. Küçük tablolarında bazı figürlerinde çok güzel neticelere varmış. Şurası var ki, Abidin bugün Paris’te yapılan figüratif resmin ve bilhassa konuşan resmin en iyilerini yapmış gibi görünüyor. İyi satış yaptı, desenleri çok güzeldi ve hemen hemen kapışıldı.
“Avni de aynı derecede muvaffak. Fakat çocuk, hem fazlasıyla. Münasebetlerini idare edemiyor, çoğalma ârazı olmuyor, bu ağın içinde mahpus gibi. Çekingen, muayyen hudutlarda durmuş. Resimleri içinde inci gibi güzeller var ve üslûbu derhal tanınıyor. Ummadık bir yerde gördüm, derhal Avni dedim! Bizim Anadolu yaylalarının baharlarına benzeyen ince bir renk anlayışı var. Siyahı koymuş ve çağla gibi yumuşak koymuş, arasından çıkıyor. Selim’in resimlerini daha görmedim, o kadar gizli ve çekingen ki; beni bir iki defa aradı, bir türlü başbaşa konuşamadık. O da çok beğeniliyor. Mübin yavaş yavaş meşhur oluyor. Nonfigüratifçilikle arasında bayağı bir şeyler var sanıyor. Çok güzel, zevkli., biraz fazla zevkli, fakat güzel tablolarını gördüm. Bana burada kalamaz gibi geliyor, zaten iki seneden beri çok değişmiş.
“Şimdi burda Poliyakof isminde bir ressam pek moda. Halbuki hiçbir şeyi yok herifin. Burda resim sadece moda. Hayatın ve şehrin bir istihzası gibi bir şey. O Bernard Buffet’yi görseniz, kusarsınız. Beni başağrısı tuttu! Hakikatte resim durgun, non-figüratif terazisi kopmuş. Öyle bir huzursuzluk getirmiş, o kadar şüphe yığmış ki etrafa, ressama kımıldama imkânını vermiyor. Sonra tam bir İskenderiye devri hüküm sürüyor. Zaman içinde birbirini takibeden her şey birbirinin yanıbaşında. Tarih bir horizontal olmuş. Diyebilirim ki, bizimkiler en kuvvetli. Dün Mübin’Ie Fikret Muallâ’yı ziyarete gittim. Berbat ve biçare. Fakat şöhreti başlamış. Fikret, Paris hayatının hakiki şairi gibi bir şey. Sol Sahil galerisinde birçok resmi var. Çok insan hayran, fakat kendisini görseniz, acırsınız, o kadar çocukça sefil ve perişan, tam garip kuş ve bir kuş gibi bunun farkında değil.
“Paris müthiş bir şey: Aktör, hoca, yol gösterici hep o. Onun sarayında, onun etrafında didişiliyor.” (Mektubun tarihi: 1955).
Bütün sanatçılar gibi Tanpınar da kalmıştı etkisinde Paris’in, ama dünya bir yana İstanbul bir yanaydı gene de. “Paris’in hasretini çeker miyim, sanmıyorum!” diyor bir mektubunda ve İstanbul özlemiyle nasıl kıvrandığını uzun uzun anlatıyordu. Çok sevdiği Boğaziçi’ni, martıları, gece “kandil kandil denize dökülen lüfercilerin ışıklarını” başlıyordu coşkunlukla anlatmaya. Aşağı yukarı görürüz şiirlerinde İstanbul sevgisini. İstanbul’a doyamadan göçtü Ahmet Hamdi Tanpınar, hem de her işinde olduğu gibi, hepimizi şaşırtarak. 24 Ocak 1962’de ayrıldı aramızdan. Benim çevrem onu çok sık anar ve hemen her vesileyle arar. Gene bir yerlere gitmiş de dönecek kanısı vardır içimizde. Kolay unutulur kişilerden değildir Tanpınar.
(Varlık, sayı 710,15 Ocak 1968, s. 5)