TANPINAR’DA KENT SİMGESİ
Adalet Ağaoğlu
Kentler; kentlerin mimari yapısı, yapılanması, mevsim mevsim, saat saat yaşayışı ve değişimi Tanpınar’ı sürekli ilgilendiren konulardan biri olmuştur. İstanbul, Bursa, Konya, Erzurum, Ankara, onun Beş Şehir adlı kitabına, olasılıklarla dolu bir değerlendirme, ses ve ışık, dün, bugün ve yarın bütünlüğünde çok boyutlu bir görüntüleme ile konukturlar. Konuk, dedim ama, bu doğru değil. Çünkü yazar, kentlerdeki duygusal, düşünsel gezintilerini yalnızca Beş Şehir’le bir seferlik başlayıp bitirmez; aynı ilgiyi başka yazılarında da sık sık sürdürür. Tanpınar’da kent, sanki hayatımızdaki kopuk kopukluğun, ‘eskiye de, yeniye de dirençsizliğin’ bir simgesidir.
Bu ilginin nostaljik olduğu çok söylenmiştir. Oysa yazarımızın kentlere bakışını yansıtan her satırı da, önümüzdeki zamanın kayıplarına karşı uyarılarla doludur. Onun kaygısı, hiçbir şey değişmesin, toplumsal hayat değişse de, eski kent olduğu gibi kalsın, bağlamında, sadece bireyin kendi özlemlerine yanıt oluşturması beklenen bir kaygı değildir. Tanpınar’ın topluma, toplumsal hayata verdiği önemi, daha ta 1944’de Ülkü Dergisi‘nde çıkan İnsan ve Cemiyet başlıklı yazısında bile apaçık görebiliriz. Şöyle diyor: “(…) Ebedilik boyunca yaşayacak olan fertler, hatta nesiller değil, cemiyettir.” (Yaşadığım Gibi: Türkiye Kültür Enstitüsü Y., 1970. s. 13-15).
Tanpınar, köksüzlük, temelsizlik üstüne kurulmaya kalkışılan yeni hayatlara, yeni yapılara karşı uyanlarla dolu yaklaşımını bence asıl, Şehir başlıklı yazısında vurgulamıştır. Zaten amacım, burada, bu yazıdan söz açmaktı.
Şehir de, onun ölümünden sonra düzenlenip yayınlanan Yaşadığım Gibi adlı denemeler kitabında yer almaktadır. Aslında Tanpınar bunu bir radyo konuşması için yazmış, fakat ölümü nedeniyle bu son konuşmayı yapamamış, Şehir, herhalde bir ‘son yazı’ olarak ilk defa Varlık Dergisi, Mart 1962 sayısında yayımlanmıştır.
Tanpınar bu denemesinde, güneşli bir kış günü, yakın bir dostuyla Yıldız Parkı’nda çıktığı gezintiyi anlatır. (Ola ki bu dost, yazarın kendisidir.) Gezinti arkadaşı, yazarın gözünden en küçük ayrıntısı kaçmayan çevreyi bir yana koymuş: “Sence sanat meselelerimizde en güç dâvamız hangisidir?” diye soruyor. Tanpınar, ‘dâva’ gibi karşıtlıklar, olasılıklarla yüklü bir konuya ayaküstü girmek niyetinde değildir. Gözleri ışıldayan denizde, gelecek kuşaklar için bugün yaşayanların en ayırıcı özelliğinin devamlı bir çatışma olduğunu düşünmektedir o. Ama dostu, sorusunun peşini bırakmaz: “Nedir sanattaki en güç dâvamız?” Mimari mi? Hayır. Müzik mi? Pek değil. Şiir mi? “Şiir artık umumi bir mesele olmaktan çıktı. Altmış yıldır bütün dünyada şiir, şairler için yazılıyor artık.” Peki nedir?
Tanpınar’ın dostu, kendi sorusunun yanıtını yine kendisi veriyor:
“Valery, her sabah düşüncelerini yazdığı defterlerinden birinde, genç bir meslektaşına şöyle sorar: Her şeyden önce bana söyleyin, mukavemetiniz nedir? Nelere karşı koyuyorsunuz?
Bence, ileriye hamle kadar, ki hayatın bütün yaratıcı sırrı oradadır, bu mukavemetin de bir yeri vardır. (…) Gittikçe artan teklifleri, o mukavemet sıralar ve seçer. İşte biz bu mukavemet fikrini kaybettik (..) Ne yeniye, ne eskiye, hiçbir şeye mukavemet edemiyoruz. (…) Bilir misin ki biz şehrin sahibi değiliz, sadece içinde oturuyoruz. Devletin ve Belediyenin bir misafiri gibi…”
Evet, ‘gittikçe artan tekliflere karşı’ dirençsizlik. Paraya, üne, şakşaklanmaya, bol olsun da nasıl olursa olsun oy’a, makama ve tabii yoksulluğa, ama Tanpınar bunu da öteki dirençsizliklerin bir ürünü sayar. Tanpınar’ın dostu için ‘mukavemet’, her an uyanık olmak demektir. Kente gelince, o, ‘Bir terbiyenin ve zevkin etrafında teşekkül eden müşterek hayat.”
Şimdi bir de dönüp bugün çevremizde olan bitenlere bakınca, Tanpınar’ın Şehir’de dostuna söylettiklerinden daha iyi ne söyleyebiliriz acaba?
(Milliyet, 9 Eylül 1988)