TANPINAR

M. Dıranas

Sessiz sedasız, daha garibi, şaşırtmaksızın, ışıkla gölge arası bir kuytulukta yok oluvermek gibi, bir ölüm, silik ve uzak! Hamdi’nin hayattaki gibi ölümdeki kaderi de bu oldu. Kendi ölümüne şahit olabilseydi, ne başlangıcına ne devamına uygun bu bitişi kendi de beğenir; kusursuz, hattâ mükemmele ulaşık şekilde tamamlandım diye memnunluk duyardı. Anlamlarını başkalarına bıraktığı, sadece kelimelerine ve kelimelerin terkibiyle imajlarına önem verdiği şiirlerinin her el atana açılmayan kapılarından birinin ardında kayboluyor gibi bir yok oluş. Bu yüzden, dün gece kitabını karıştırırken şiirlerinin penceresinden, yarı aydınlık yarı karanlıkta, yitik bir pejmürde yüzü ile hep beni seyrediyormuş gibi bir duygu geldi içime. Yaşarken yaşıyor gibi değildi, ölünce de ölmüş gibi olmadı. Bana gelen bir duygu bu. Ölüm haberini gazetede okuduğum zaman içimin burkuntusundaki acılık bana bir başka acılıktı; belki de tada benzer bir şey. Ölüm, ilk defa, uysal,yatkın, dostça yaklaşmıştı bana. Hamdi’li ölümün adeta bir lezzeti var gibiydi. Şiirlerinin tadı sinmişti belki ölüme de. Ama ne olursa olsun, bu marifeti göstermekte acele etmesine mahal yoktu. Hayatta, saçından tırnağına kadar vücudunu dahi düşünceye koşmuş olmanın sonsuz tembelliği içinde yaşamaya alışkın Hamdi’nin, ölüme gidişteki bu tazeliğini bir türlü akıl almıyor. En acele etmemesi gereken tek konu buydu.

Hamdi’yi ilk gördüğüm günü daima hatırlayacağım. Bundan otuz yıl önceki belki daha eski Ankara’nın taş lisesinde, şimdiki Yenişehir’e; fakat o zaman ki deve dikenli tarlaya bakan bir sınıf odasında bize ilk dersini vermiye geldiği gündür o gün. O ilk dersten şu anda tek hatırladığım kırk beş dakika müddetle bize sadece Jokonda’nın ellerini anlatmasıdır. Benim sanata tutkunluğum Jokonda’nın ellerine o gün duyduğum aşkla başlar. Hamdi genç bir adamdı; ve elleri durmadan öpüşlere boğuyormuş gibi anlatıyordu. Zavallı Jokonda! Şimdi o ellerle yüzünü kapadı mı?

Onu ikinci defa, lisenin ek binalarından birinde bekâr odasında gördüm. Yerler gelişi güzel atılmış kitaplarla bir kitap mezarlığı gibiydi: Bir yığın garplı yazar. Bunlardan bir tanesini elime tutuşturdu ve “bunu mutlaka okuyup anlamalısın” dedi: Baudelaire’in “Kötülük Çiçekleri”. O akşam yabancı dil öğrenmeye başladım, kaldı ki Hamdi ile dostluğumuz da başlamıştı; asıl bunu tercih ederim.

Hamdi, benim için çok büyük bir adamdır. O bana, tabiatın bana verdiğinden biraz daha fazlasını vermiştir; bana benden başkalarını vermiştir. Bana tabiat üstü sevginin anahtarını vermiştir. O anahtarı ölünceye kadar kullanacağım.

Son görüşmemiz beş altı ay öncedir. Uzun bir sure, ama hayli uzun, birbirimize rastlamıyorduk bile; o bir şehirde ben bir şehirde, biraz daha zamanın ve mesafelerin verdiği yabaniliğin, alışkansızlığın içinde, birbirimizi unutmuş gibiydik. Görüşmemiz de pek tatlı geçmedi zaten, fakat yine de kucaklaşarak ayrıldık. Siyaset denen şeytanın, en yüce duygularla ve Mahz akılla kurulmuş dostlukları bile bozabileceğinden ilk defa o gün korkmuştum. Ama heyhat! Ölümü hatırlamamıştım.

(Zafer, 27 Ocak 1962)