ATAÇ VE TANPINAR İLE TANIŞMAM

Suut Kemal Yetkin

Bugünkü adıyla Gazi Eğitim Enstitüsü’nde bana çok geniş bir oda ayrılmıştı. Bir demir karyola ile masadan ve iki sandalyeden başka mobilya yoktu. Ama bu geniş odanın geniş bir balkonu vardı. Yorulduğum zaman buraya çıkar, toz bulutu arasından bir kasabayı andıran Ankara’yı seyrederdim. O zamanki Ankara’nın merkezi olan Ulus Meydanı’na gitmek için, tozlu bir çölden bata çıka yürümek gerekiyordu. Onun için haftada iki günümü burada, gerisini Lisede geçirecektim. Ama Lisede oda işi biraz sarpa sarmıştı. O zamanlar Lisenin başmuavini, biraz sonra müdürü, daha sonra da Orta Öğretim Genel Müdürü olan iyi insan Hayri Ardıç Liseden enstitüye gidip gelmenin çok güç olacağını kendisine söylediğim zaman hak vermiş ve bir oda bulacağına söz vermişti. Öğretmenlerin yatıp kalkmaları için, içinde lisenin bulunduğu geniş alanın sol köşesindeki pavyonun üst ikinci katında yanyana sıralanmış, bir koridora açılan 10 oda bulunuyordu. Buraya, dışarıdan tahta bir merdivenle çıkılıyordu. Ama, bunların sahipleri vardı. Sonradan Hayri Bey’in bana anlattığına göre, odalarına ikinci bir karyolanın konulmasına on kişiden hiçbiri razı olmamış. Bunlardan biri de Edebiyat Öğretmeni Ahmet Hamdi (Tanpınar) imiş. Ama bir iki gün sonra Hayri Ardıç bizi birbirimize tanıtınca, ertesi gün Hamdi’nin odasına ikinci bir karyola girdi. Onunla 1930 Ağustos ayının sonlarında başlayan dostluğumuz ölüm tarihi olan 24 Ocak 1962 tarihine kadar, en ufak bir anlaşmazlık olmadan sürüp gitmiştir. Hamdi ile tanıştıktan sonra, yıllardan beri tanışıyormuşuzcasına senli benli olmamız için bir hafta yetmişti.

Bu arada geleceğin ünlü denemecisi Nurullah Atâ (Ataç)’yı da tanımak olanağını buldum. İstanbul’da Pertevniyal Lisesi’ne atanmasını bekliyordu. Kendisiyle ilk defa karşılaşacaktım. Aldanmıyorsam günlerden pazardı. Ulus’daki o dönemin aydınlarınca tek buluşma yeri olan İstanbul Pastahanesi’nde Ahmet Hamdi’yi bekliyordum. Biraz sonra yanında çatık kaşlı, sinirli olduğu her halinden belli olan biriyle geldi. Bu, Nurullah Atâ’dan başkası değildi. İşte tanışmamız böyle oldu. Bir de onunla yıldırım hızıyla kaynaşmamıza değineyim. O gün Nurullah sinirini bozan olayı hemen anlatmaya başlamıştı:

-Efendim, ben durmadan fikir değiştiriyormuşum, bugün ak dediğime yarın kara diyormuşum; derim a! Ne karışırlar işime!

Bu sözleri söylerken adeta tıkanıyordu. Hamdi, alışık olduğu anlaşılan böyle krizler karşısında susuyordu. Kendisini yatıştırmak, gergin havayı biraz yumuşatmak için, o sıralarda çok okuduğum, çok sevdiğim İspanyol romancısı ve denemecisi Miguel de Unamuno’nun şu sözünü anlatıverdim. Sis romancısına aynı suçlamayı yapmışlar ve eldiven değiştirir gibi fikir değiştiriyorsunuz, demişler. O da istifini bozmadan:

-Ne yapayım, eldivenlerim çok da ondan! yanıtını vermiş.

Bu söz, Nurullah’ın yükselen gerilimini düşürmeğe yetti, bana da birden sevgisini sağladı. İşte Ataç hoşuna giden bir sözle, bir hareketle insana bağlanır, hoşuna gitmeyen bir sözle ondan ayrılırdı. Şu var ki neyin hoşuna gideceğini önceden kestirmek kolay değildi.

Birkaç gün sonra kararname imzadan çıktı ve Ataç (daha Ataç değildi, ama ben yine de böyle diyorum) Pertevniyal Lisesi’ne Fransızca öğretmeni olarak, Ankara’dan ayrıldı.

1933 yılında, onunla yine buluşacaktık.

Lise’de ve Enstitüde dersler başlamıştı. Dersler bitince Hamdi ile birlikte o dönemin bir şantiyeyi andıran Ankara’sında, Ulus Meydanı’na kadar uzanan tozlu ve boş yoldan geçerek Ankara Palas Oteli’ne gider, buraya sığınan Haşet Kitabevinde yeni yayınlara bakar, ilgimizi çeken bir şeyler bulursak onu alır, sonra İstanbul Pastanesine kendimizi atardık. Orada bir iki arkadaşa rastladığımız olurdu. Bunlardan şimdi, yalnız Doktor İzzettin Şadan ile Samih Nafiz’i anımsıyorum. Bir lokantada karnımızı doyurduktan sonra, otobüse binerek odamıza giderdik. Bizim için yaşam o zaman başlardı. Sanat ve edebiyat üzerindeki konuşmalarımız, okuduğumuz yeni kitaplar üzerine birbirimize bilgiler vermemiz, geç saatlere kadar sürüp giderdi. Aradan yıllar geçti, Hamdi ile geçen bu günler, bana sonradan verdiği resminin arkasına yazdığı, “büyük ve mesut, çok tembel günlerimize hasretle,” dediği, ama gerçekte en verimli olan yıllardır. Ahmet Hamdi ile geçen bu yıllarımı hiç unutmam.

Bu konuşmalarımızdan birinde, Anatole France’dan bir şeyler okuyup okumadığımı sormuştu bana. France’ın Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yıldızı sönmeğe başlamıştı. Ama daha okunuyordu.

-Anatole France’dan sadece iki roman okudum, dedim, biri Kırmızı Zambak, biri de Thais.

Bu sözler üzerine Hamdi:

-La Vie Littéraire’i okumadın mı? diye sordu.

-Hayır okumadım.

Öyleyse oku, bende var sana vereyim, dedi ve yanındaki dolaptan La Vie Littéraire’in dört cildini bana uzattı.

Hamdi Konya’da öğretmen bulunduğu sıralarda, bu kitapları İstanbul’dan almış ve Konya’da okumuş olacak. Kitabın birinci cildinde, eski harflerle Konya sözcüğünün yanı başına bir de imzasını atmış, altına da 18.12.1926 tarihini yazmıştı.

Bu eleştirilerin ilk cildini, o gece okumağa başladım. Tatlı bir dili vardı, A. France’ın. Okuduğu kitapların kendisinde bıraktığı izlenimlerini anlatıyordu. Ben geç saatlere kadar okuduğum için Hamdi uyumuştu. Ertesi gün, nasıl buldun? diye sorunca:

-Rahat okunuyor, insanı sıkmıyor. Güncel sorunlar üzerine düşüncelerini söylüyor, ama düşündürmüyor. Tasasız, yüzeysel bir yazar. Ben, Anatole France’da, Gide’nin dediği gibi, bir titreme görmüyorum. Oysa titreme (das schaudern) insanın en iyi yanıdır. Sözgelimi bir André Gide’in okuyucuyu tedirgin eden derinliği yok onda, yanıtını vermiştim. Buna karşın bu dört cildi bana hediye etmişti. Sanırım, sonradan onları ciltlettirdim, kitaplığımın en değerlileri arasına yerleştirdim. Arada bir onlardan birini açıp sayfalar üzerinde gözlerimi gezdirdiğim zaman, o da yanımda, aynı sayfaları okuyor gibi gelirdi bana.

Liseye gelişimin sanırım üçüncü ayındaydık, o sırada Fransa’da kendisinden çok söz edilen bir romancıdan, Paul Morand’dan söz açtım. Tam çağımızın adamı dedi. 1931 Ocağında Gazi Eğitim Enstitüsü’nde kaldığım gecelerden birinde okuduğum Papiers d’identité adındaki deneme-eleştiri kitabını okuması için ona uzattım. Kitabı o gece hemen okumaya başlamıştı. Birkaç gün sonra bitirince bana özellikle Hız Üzerine (Sur la Vitesse) olan denemeyi pek sevdiğini söyledi ve bunu Türkçe’ye birlikte çevirmemizi benden istedi. Çeviriye hemen başladık ve Hız Üzerine’yi 10 gün içinde bitirdik. Birlikte yapılan bu ilk çevirinin bizi birbirimize daha da yaklaştırdığını hemen söyleyeyim. [6 yıl sonra Sabahattin (Eyüboğlu) ile birlikte yaptığımız La Confession de Minuit ortak çevirisi de aynı duyguyu uyandıracaktı bende] Ama bu çeviri, Kutsi Sivas’ta olduğu için, ne yazık ki tam bir yıl sonra Görüş’ün 1932 yılı Şubat ayı sayısında, korkunç bir gecikme ile çıkabilmiştir. Bu dördüncü sayı da son sayısı oldu Genel olarak her gerçek sanat ve edebiyat dergisinin alınyazısı budur.

BİR KADIN BAŞI

Bu son sayıda Hamdi’nin çok önceleri bana okuduğu “Bir Kadın Başı” başlıklı şiirinin bana verdiği heyecanı unutamam. Bu yazıyı yazarken birkaç kez gene okudum, gene aynı heyecanı duydum. Bu şiirin Mallermé’nin en güzel bir şiiri yanına koyabilirsiniz.

Olduğu gibi buraya alıyorum:

BİR KADIN BAŞI

Bir kadın başı duvarda

Uzanmış süzmekte beni,

Ve gülünç kuşlar dallarda

Kırpıyor kirpiklerini.

 

Uzayan parmaklarında

Mumyalanıyor karanlık,

Sesler gülüyor yanımda

Hatıralar kadar dağınık.

 

Yüzler asılı dallarda

Küçük, sıska, kandil yüzler,

Onlar ağlıyor kemanda,

Ve üzüntü dolu gözler.

 

Bir kadın başı duvardan

Uzanmış gülüyor bana,

Gülüyor ta uzaklardan

Sabahın boş aynası

                                   (Ahmet Hamdi Tanpınar)

Hamdi’nin beğenileri ile benimkiler arasında büyük yakınlıklar vardı. Hele Proust, Gide, Valéry üzerindeki değer yargılarımız tamamıyla aynıydı. Şu farkla ki ben Gide’i başa alırken, o Proust’u ya da Valéry’i başa alıyordu. Çok sonraları, benim Gide’in deneme ve eleştirilerinden yaptığım bir seçmeyi Türkçe’ye çevirmem, (A. Gide, Seçme Yazılar, 3. basılış, 1965) Hamdi’nin de Valéry tarafından Monsieur Teste’in İngilizce çevirisine yazdığı Önsöz’ü çevirmesi (Tercüme Dergisi, sayı 55, 1953) sadece bir ayrıntı ayrılığını gösterir. Bununla birlikte, yaşayan (o zaman) şairler arasında yine de en çok sevdiğim Paul Valéry’di. Bu sevgimi görmüş olmalı ki bir gün bana hediye ettiği, lüks kâğıda basılmış, maroken ciltli, numaralı, 1922 tarihli bir Charmes baskısının ilk yaprağına şunları yazıp imzalamıştı:

Suut’a

Güle güle kullansın diye.

şimdi düşünüyorum da, ne mutlu günlermiş, en büyük armağanın bir kitap sayıldığı o gölgesiz saf günler; o zamanlar hepimiz Atatürk sevgisinin mutluluğu içinde yaşıyorduk; edebiyata daha siyaset karışmamıştı, böylesine kırıcı olmamıştı herkes. Şair için her konu açıktı. Sevgiliye duyulan aşk, geçmiş günlere özlem, ayrılık acısı, ölüm korkusu, Tanrı korkusu, yurt sevgisi, doğaya tutkunluk… her şey şiire dönüşebilirdi. Şaire, gelecek dünyanın mühendisleri gözüyle daha bakılmıyordu. Daha doğrusu, esininde özgür olan şairin, yazdığı şiir olduğu sürece, okuyucuyu oluşturacağına inanılıyordu.

(Meydan, sayı 568, Nisan 1979, s.26-27).