ŞİİRE DAİR

– Ahmet Hamdi’ye-

Nurullah Ataç

Azizim,

6 Teşrinisani tarihli Milliyet‘te “Ahmet Kutsi’nin Şiirleri” isimli, fakat ismine rağmen o şiirden ziyade, hiç olmasa onlar kadar benim onlardaki güzelliği niçin anlayamadığımdan bahseden yazını okudum.

Sözüne: “Ahmet Kutsi’de benim en çok sevdiğim taraf, şiire takaddüm eden zihnî çalışmadır” diye başlamış olman bende büyük bir tecessüs uyandırdı. “Acaba dedim, Ahmet Kutsi’de Mallarme’yi, Valéry’i andıran bir taraf var da ben mi göremedim? “Şiire takaddüm eden zihnî çalışma” adeta onlarda biri için söylenmişe benzemiyor mu? Ahmet Hamdi de o şairleri bilir, sever ve şimdi bizi dostumuzun onlar gibi bir sanatkâr olduğuna inandırmak isteyecek…”

Böyle bir hevesin yokmuş; o güzel cümleyi Ahmet Kutsi’nin şiirlerini mısra mısra, hatta kıt’a kıt’a değil, bütün olarak tasavvur ettiğini söylemek için harcayıvermişsin. Ne yalan söyleyeyim, bir manzumede parça ile küll arasındaki farkı anlayamıyorum. Daha doğrusu artık anlayamıyorum. Çünkü bende de, senin kullandığın bir tabirle, o “eski mısra zevki” varken bir manzumenin sadece bir veya birkaç beyti, hatta mısraı beni tehyice kâfi gelirdi. O zevki kaybettiğimden, -daha samimi olayım- ondan kurtulduğumdan beri eski edebiyatımızın çürüklüğünü, yokluğunu da daha iyi anladım. Fakat cüzlerle iktifa etmemek, onların keyfiyeti hususunda müsamahakâr olmamızı mı icap ettirir? Biliyoruz ki, birçok misalleri ile gördük ki hepsi de teker teker alınınca güzel bulunabilecek mısralarla, çirkin manzumeler vücuda getirebiliyor. Şiir, külldedir; küllün cüzlere verdiği edaya o cüzlerin tâbi olmasındadır; cüzlerin başlı başlarına birer varlık olmaya hakları yoktur ve hepsi de küllün güzelliğini inşaya hizmet edecektir. Bu, şiirin -ve bütün sanatın- mimarca (architectural) bir tasavvurudur. Fenelon’un mimari için söylediği bir sözü hatırladım; ondan sana da kaç defa bahsettim: “Mimaride hiçbir şey süs için konulmaz; her parça lüzumu olduğu için konulur, fakat o surette konulur ki bir süs gibi gözükür.”

Ahmet Kutsi’nin manzumelerinde, senin şehadetine rağmen dahi, böyle bir endişe göremiyorum. Meselâ pek beğendiğin “Lahit” manzumesinden bir parça alıyorum;

Ne baharın ıtrı ve ayın sihri
Ne yazın hülyası ve günün şi’ri
Fânî mevsimlerin artık hiç biri
Uğramaz örtülmüş kirpiklerine.

Bu satırlar, artık senin de, benim de sevmediğimiz mısracılık değil de nedir? Hele ilk iki baygın mısraın “tenâzur”u, küllü lüzumsuz güzelliklere, süse feda etmek değil midir? Ahmet Kutsi, senin söylediğin gibi, şiiri zihnî bir çalışmadan sonra inşa edenlerden, cüzlerin her birini küllü düşünerek yoğuranlardan olsaydı, lahdi tasvir için bu kadar tafsilâttan kaçması lâzım gelmez miydi?

Hem benim küllü değil, cüzleri göstererek hüküm vermeğe kalktığımı nereden çıkarıyorsun? “Münferit mısralar” zikretmişim. Kıt’alar, hatta tam manzumeler de gösterdim. Hem yalnız “münferit mısralar” da göstersem olurdu. Cüzlerin çirkinliği, külle tesir etmez mi?. Umumi harpten evveldi; o zamanlar yalnız fennî olmayan Je sais tout‘du garip bir resim görmüştüm: Yüzünün, vücudunun her azası, o azada aranan güzelliğin son haddine varmış bir kadın iri gözler, ufacık ağız, ince bir bel… Bütün bunlar gayet tuhaf, gayet çirkin bir ucube meydana getirmişti. Fakat gerek vücudunun, gerek yüzünün her azası çirkin olmasına rağmen güzel bir kadın tasavvur olunamaz. Hattâ o azadan her hangi birinin çirkinliği, artık o kadına güzel, tamamıyla güzel denmesine mani olmaz mı? O kadın, olsa olsa, maatteessüf Türkçesi bulunmayan bir tabirle, “jolie” olur. Acaba Ahmet Kutsi’nin şiirlerinde gördüğün güzellik de, bu “jolie”lik olmasın?

Benim gösterdiğim mısraların çirkinliğini, tuhaflığını birer birer tevile, müdafaaya kalkışmadan evvel, iddialarımın bir “elçabukluğu”ndan başka bir şey olmadığını söylüyorsun. Fakat, dostum, bu “elçabukluğu”nun nerede olduğunu -hiç olmazsa bana- bir türlü gösteremiyorsun. Meselâ: “Geceler onunçün havuzda kandil” mısraı, ben onu yanındaki mısralardan ayırdığım için tuhaf gözüküyormuş. İşte bütün kıt’a; anlaşılması için ismi de alıyorum:

KAPLICADA İHTİYAR ARSLAN
Burkulmuş, hummadan erimiş bir dil,
Yıllardır dökülen sular ağzından.
Geceler onunçün havuzda kandil.
Yaratır bin türlü oyun nazından.

Ben, böylesini daha tuhaf buluyorum, hem üçüncü mısraın mânâsını da yine anlamıyorum. Belki bunda da Ahmet Kutsi, vezin ve kafiye zaruretiyle, birtakım, “bin türlü” takdim ve tehire başvurmuş ve ne demek islediği onun için anlaşılmıyordum. Herhalde hiçbir mânâsı yok ve bazı manasız, fakat savt terkipleri ile güzel olan mısralar gibi ahenktar da değil.

“Rüzgârdjr zannetsem ben nefesini” mısraının bir zerrecik güzelliğini de mahveden o lüzumsuz “ben” kelimesini müdafaa için söylediklerine bayıldım:

“…burada ben kelimesi mana itibariyle bir basamak teşkil ettiği için ve üçüncü mısraa

o “ben”den aldığımız hızla geçtiğimiz için tam yerindedir.”

Hamdi, intikamımı alacağım: Buna “elçabukluğu” da değil, “ağız kalabalığı” derler. Şiir, kendiliğinden mevzun olan, mevzun olması için mânâsına az çok yabancı, onu tağyir edebilecek hiçbir lafza ihtiyaç gösteremeyen sözdür. “Rüzgârdır zannetsem nefesini” mevzun olmamış; vezni tamamlamak, ritme erişmek için bir hece ilâvesi lâzım gelmiş ve bu hece lüzumsuz olduğu için, yani senin tabirinle “ritme bir basamak teşkil etsin” diye konulduğu için güzelliği bozuyor; üçüncü mısraa geçmek için ondan hız almak lâzım geliyorsa (zaten bu hız almayı bir türlü anlayamadım) o üçüncü mısra da, o hızı veremeyen (anlar gibi oluyorum) evvelki mısralar da lüzumsuzdur.

Sana kalsa, manzumenin “charme’mının büyük bir kısmını yaptığı aşikârdır” dediğin o “ben” kekemeliği insanı, tıpkı “Sivrisinekler” manzumesi gibi “esir tabakalarında kaybedecek”… Hamdi, vaktin varsa şu “ben” kelimesinin bir “métaphisique”ini yaz.

Ben anlamıyorum amma bütün bunların elbette bir manası vardır; madem ki sen söylüyorsun, “saf şiir” ile Vildrac’ın sana anlattığım manzumesindeki “macera”nın da bir münasebeti vardır. Küllü düşünüp onun güzelliğini nazmın en müstebit şekilleri içinde tahakkuk ettirmeğe çalışmak gibi tamamıyla “valérien” bir tasavvurla baştan savma ve kıtıklı mısralar yazmak da -yine madem ki sen söylüyorsun- elbette birbirinin neticesidir.

Haklı olduğun bir nokta var: Benim “beğendiğim şiirleri kötü şöhretli Frenk şairlerine benzetmek huyumu” haklı olarak başıma kakıyorsun. Ahmet Kutsi’nin, eh iyi zamanlarında Albert Samain’e yani Baudelaire ve Verlaine’den alkolsüz şaraba benzer bir usare çıkartmış bir şaire, ekser zamanlarında da Sully Prudhomme ve Joséphin Soulary’ye benzediği, en güzel manzumesi olan “Nerdesin” in “Monrêve ve familier”den ziyade şu meşhur “Sonnet d’Avers”i hatırlattığı yalan değil. (Oh! Huyumu yaptım, içim rahatladı!) Fakat bunları yazmağa ne lüzum var? Her Türk karii bilmeğe mecbur değildir ya! Hatta bilmemesi çok daha iyidir. Beğenmediğim Türk şairlerinden bahsederken onlara benzetmek değil, onlardan bahsetmek zarureti hasıl olursa beğenmediğim şairlerimize benzetmek lâzım gelir. Öyle amma bu huy bana, beğenmediğim şairleri zihnimde tasnif edebilmem için lâzımdır. Mamafih kendimi tashihe çalışacağım.

Şimdi ciddi bir meseleye gelelim. Ahmet Kutsi’nin şiirlerindeki “ritmin sıcaklığını duymak için biraz kabuklarımı kırmam, biraz halk edebiyatına taşmam lâzım geldiğini söylüyor ve yazını şöyle bitiriyorsun:

“O zaman Ahmet Kutsi’de kusur olarak bulduğu bazı şeylerin sırrını anlayacaktır. Aksi takdirde, hakikatte küçük bir harika olan Anneler manzumesi onun için ilelebet bir kuyu suyu gibi tatsız kalır.”

Bu satırları hayretle okudum; herhangi bir kimsenin bunu söylemesini tabii bulur, hatta söylemezse muzdarip olurdum. Fakat ben… Seni de, benim gibi, bütün şiiri halk edebiyatında bulanlara, şehirde subaşı manisi ve koşması yazanlara, romantizmin bu en tuhaf şekline yabancı sanıyordum. Halk edebiyatı, köylünün edebiyatı olduğu için güzeldir. Dünyada en taklit edilmeyecek şeylerden biri onun güzelliği, onun acemiliğidir. Adana’lı Âdile:

Feleğin kem işleri,
Kem olur kem işleri…
Felek! Vurdun ağlattın,
Zorulan gülmüşleri.

Derken bunda şehir çocuğunun bir türlü inemeyeceği bir acemilik içinde bir güzellik vardır. Bir parça ustalık, bunların kudretini mahveder. Halk şiirleri, manileri, koşmaları hemen hemen asla yavan değildir; halbuki şehir çocuğu, onları taklide kalkınca muhakkak yavan oluyor. Halk edebiyatını en büyükler bile taklit edemiyor.

Şehrin, şehir kafasının kendine mahsus güzellikleri vardır. Şehir çocuğu, şiirinde, onları bulup çıkarmağa mecburdur. Böyle şiirlerin de güzelliği, ustalık içinde de inkişaf edebileceği için öbürününkinden de büyük bir güzelliği vardır. Ondan neye kaçmalı? Şehre niçin hıyanet etmeli?

Hem bunca senedir şehirli şairlerimizin bir çoğu köy şiirleri yazıp duruyorlar. İnsaf et! İçlerinde iyisi çıktı mı? En ziyade muvaffakiyetle yazılmış olanın hakiki bir köy şiirine nisbeti, şu meşhur “Palandöken dağında kavalımın sesi var” soğukluğunun hakiki bir köy şarkısına nisbeti kadar değil midir?

Hamdi, sen kabuklarını kırdığın zaman o sevdiğin Anneler manzumesinin ne kadar yavan bir taklit olduğunu göreceksin. Zaten bunları bilirsin ya!

Görüşürüz, dostum.

(Milliyet, 15 Kasım 1932)