SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ

Mehmet Kaplan

A. H. Tanpınar’ın eserlerinde “zaman meselesi” çok mühim bir yer tutar. O, hemen hemen her şeyi, mekânı ve cansız eşyayı dahi – Türkçenin en güzel şiir­lerinden biri olan “Bursa’da Zaman”ı hatırlayınız – zaman ile münasebeti bakı­mından ele alır. Şiirlerinde, hikâyelerinde, romanlarında, ilmî araştırma ve de­nemelerinde, insan hayatının bu temel mefhumu, en mücerret şeklinden en mü­şahhas tecellilerine kadar binbir görüşü içinde karşımıza çıkar. 1954 yılında Ye­ni İstanbul gazetesinde tefrika olunarak, son günlerde kitap halinde basılan Sa­atleri Ayarlama Enstitüsü adlı romanında da “zaman” gerek sembol, gerek hayat manzarası olarak ön plânda bir yer işgal ediyor.

Fakat yazarın burada, “zaman”a bakış tarzı, diğer eserlerinden tamamıyla farklıdır. Tabir caizse, bu romanda “zaman”ın karikatürü yapılmış, çarpık aynalardaki acayip akisleri tasvir olunmuştur. Bergson’un felsefesinde olduğu gibi “zaman”ı bir akış, bir süre telâkki eden Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde, bu sürenin içinde bir ada gibi donmuş kalmış, veya onun dışına çıkmak için delice çırpınan insanları ve çevreleri canlandırmaya çalışıyor.

Bu donmuş veya parçalanan bir saat gibi çığırından çıkmış olan zamanın esas kahramanı, Türk cemiyetidir. Yazarın asıl gayesi, Türk cemiyetinin son elli yıl zarfında, nasıl donmuş bir hayat şekli ile onu gülünç şekilde aşmak isteyişi­ni anlatmaktır. Eser, buna göre başlıca iki veya aradaki geçiş devrini de hesaba katarsak, üç kısma ayrılmıştır.

Romanın kahramanı Hayri İrdal’ın çocukluk yıllarına rastlayan birinci mer­halede – bu devir istibdat devridir – insanlar bir Şark ortaçağının masal havası içinde yaşarlar. Yaşanılan gerçek zaman ile insanların kapalı bir kavanoza hap­sedilmiş gibi yüzdükleri masal atmosferi arasında tam bir tezat vardır. Hepsi de kendilerini musallat bir fikre kaptırmış olan bu insanların gerçek ile hiçbir ilgi­leri yoktur. Duyuları dış âleme kapalı olduğu için, şuurlarına acayip birtakım hayaller, rüyalar, ümitler, yani gayri şuur hâkimdir. Hayri İrdal onların bu duru­munu şu cümlelerle anlatır:

“Onların, gördükleri, elleriyle yokladıkları, duygularına cevap veren şeyle­re herkes gibi inanmamaktan başka hiç bir günahları yoktu” (s. 44).

Fakat hayat karşısında işlenilebilecek en büyük günah bu değil midir? Bü­tün Şark asırlarca gözlerini dış dünyaya kapayarak, kendisini gayri şuurun icat ettiği bir masal âlemine kaptırmamış ve bu yüzden gerçek âlemde değişen za­manın farkına varamayarak bindiği geminin paramparça olduğunu görmemiş midir?

İkinci merhalede, yani II. Meşrutiyet devrinde ve Birinci Dünya Harbinden sonra, imparatorluk tamamıyla dağılmış, fakat insanlar yine de yaşadıkları ça­ğın vazıh şuuruna ulaşamamışlardır.

Romancı bu merhaleyi kahvehane ve İspirtizma Cemiyeti sahnelerinde çok güzel tasvir eder. Dış dünya, eski masallarda olduğu gibi, burada da, irreel bir hayal âlemi şeklinde görünür. Fakat bu esnada masal çok abes bir rüya şekline girmiştir. Hayri İrdal, bu sıralarda duyduğu ruh halini şu satırlarla ifade eder:

“Bu daima böyleydi. Ne kadar ciddi başlarsa başlasın burada her iş en bek­lenmedik neticelerle biterdi. Bu kahvenin bir adım ötesinde yüzde yüz gibi ba­kılan bir hesap, burada birdenbire en hafif ihtimal şekline girer, bir yığın gidip gelmeden sonra talihin bir alayı olurdu. Hülâsa bu abes denen şeyin bataklığı idi. Ve ben farkında olmadan boynuma kadar ona gömülmüştüm.

Sanki çok tüylü, yumuşak bir yığın kol ve kanatlı, insanı adeta bitmez tüken­mez gıdıklamalar, kısık gülüşler ve haz baygınlıkları içinde sömürüp tüketen bir hayvanın eline düşmüşüm gibi bu mânâsız âleme gömüldüm. Hiçbir şeyin bir­birini tutmadığı ve her şeyin en şaşırtıcı şekilde birbirine bağlı olduğu bir dün­yada, bilmediğimiz bir yerde kopan bir fırtınanın getirdiği enkazdan yapılmış bir panayırda imişim gibi yaşamaya başladım. Bu fırtına nerede kopmuştu? Hangi tuhaf ve zıtlarla dolu âlemleri yağma etmiş yahut nasıl karmakarışık bir armadayı böyle didik didik savuşturmuş ki bize kadar getirip önümüze yığdığı şeylerin hiçbirini asıl kendi çehrelerinde tanımamıza imkân yoktu. Her şey bir hokkabaz şapkasından çıkar gibi birbirinin peşinden birbirine takılı geliyordu. Bu yaşanırken çok rahat, sonradan üzerinde düşünülünce bir kâbus gibi sıkıcı bir şeydim” (s. 140).

Metinde “abes” kelimesi koyu harflerle basılmıştır. Filhakika bu kelime ro­manda tasvir olunan bütün hayatı izah eden bir anahtar – kelimedir. Roman, baştan sona kadar, realitenin dışında yaşayan insanların “abes hayatı”nı anlatır. Fakat “abes”, en kuvvetli ve en gülünç tezahürünü, romanın Cumhuriyet dev­rine tekabül eden üçüncü kısmında bulur.

Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün kuruluş ve çalışmasını tasvir eden bu kısım, bu devrin zihniyetini gösteren bir sembol olarak Türk edebiyatında şaheser de­nilebilecek bir kudreti haizdir. Bu bölümde hayatı sistem haline getirdiği slogan­larla değiştirmeğe kalkan Mefisto benzeri bir tiple karşılaşırız: Halit Ayarcı, hiç­bir içtimaî, ahlâkî ve dinî kıymete inanmayan korkunç bir şarlatandır. O da bir masalın peşindedir. Bu gerçekle hiçbir ilgisi olmayan güya ileri, modern bir ma­sal, daha doğrusu bir slogandır. Sistematik olarak işlenen bir sloganın ne kadar gülünç bir şekle girebileceğini, Saatleri Ayarlama Enstitüsü çok güzel ifade eder. Bu sembol üzerinde düşünenler, Cumhuriyet devrinde kurulmuş birçok içtimai müesseseye hâkim olan zihniyetin harikulade bir karikatürünü göreceklerdir.

Saatleri Ayarlama Enstitüsü ilk bakışta bir fantezi, bir alay gibi görülmekle be­raber, büyük bir ciddiyetle okunması ve üzerinde derin derin düşünülmesi lâ­zım gelen bir eserdir. Ahmet Hamdi Tanpınar bu romanıyla bizim içtimai haya­tımızın gizli noktalarına kuvvetli bir projektör çevirmiştir. Okuyanlardan bir­çoklarının gözleri bu ışıktan rahatsız olacaktır.

(Çağrı, sayı 49, Şubat 1962, s. 1-4)