DÜŞÜNÜR BİR ŞAİRİN EDEBİYAT TARİHİ

Hilmi Ziya Ülken

Edebiyat tarihine şair ve romancı olarak girecek Ahmet Hamdi Tanpınar, bu adların yanına bir de edebiyat tarihçisi adını kattı: 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi hem hacmi, hem ele aldığı konuyu işleyişi bakımından önceki eserlere hiç ben­zemeyen yeni görüşlerle geldi. Bu, “Tezkere-i şuarâ”ların dar havasından kur­tulmak için şairin sosyal çevresine değer veren, fakat bu yüzden asıl hedefi, şi­iri ve şairin kendisini kaybeden yeni edebiyat tarihlerine hiç benzemiyor. Bir gün aynı yere kendinin de gireceğini bilen bir şair duygusuyla, gördüklerini kendi sübjektif adesesinden geçiren bir edebiyat örneği de vermiyor. Tanpınar, bu kitapta kendi şairliğini, hikâyeciliğini, romancılığını bir yana bırakmış, fakat objektif bir tarihçinin kuruluğuna da razı olmamış bir fikir adamı gibi davranı­yor.

Son zamanlarda Augustin’i, Novalis’i, Pascal’i, daha yenileri, edebiyatla fik­rin sınırında olanları, meselâ Heine’yi, Rilke’yi okurdu. Bununla da yetinmez, edebiyat tarihine daha yukardan bakabilmek için felsefe ve sosyoloji görüşüne merak ederdi. Bu yeni merakları son kitabında da toplanmış gibidir. Hamdi’nin bu gayreti bizde çok eksik bir şeyi kendini tenkidi bulmak için yapılmış büyük bir çabadan geliyordu, bunun için çok değerliydi.

19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi’ninumumî havasında hâkim olan radikal tenkit ruhunu, böyle bir tenkide alışkın olmayanlar yadırgayabilir. Her alanda olduğu gibi edebiyatta da klişe şöhretleri “emri vâki” halinde benimsemek, söylenenle­ri baştan söylemek, kendimize kendi dışımızdan bakamamak, kusurlarımızı gö­rememek, düzeltme yoluna girme zahmetine katlanmamak öyle rahat ve uyuş­turucu bir çöreklenme hali doğuruyor ki, bunun dışında başka görüş açılarının olabileceğini aklımızdan geçirmiyoruz. Ve şayet biri bu açılardan biriyle bakma­ya kalkarsa onu yadırgıyor, “buna da ne oluyor! Ne garip iddialar!” diyebiliyoruz. Ya geçmişi toptan inkâr etmek, ya ölçüsüzce göklere çıkarmak bu hakiki tenkit ruhunun eksikliğinden ileri geliyor. Frederic Nietzsche’nin filolog gözüy­le Yunan trajedisine baktığı ilk eserlerinden başlayarak ömrü boyunca Batı kül­türünün köklerine çevirdiği şiddetli ve derin tenkit projektörü Batı fikir dünyasında ne derin izler bıraktığını söylemeye lüzum var mı? Fransa’da Renan’ın, Taine’in, Anatole France’ın, Paul Valery’nin tenkitleri mütebahhir, filozof, ro­mancı ve şair olarak ayrı açılardan yapılmış olmasına rağmen fikrin üstün bir se­viyesinde aynı noktada birleşmektedirler: Hepsi Batı’nın kültürü ve edebiyatı ile neyi ifade ettiğini, neyi etmediğini göstermeye çalışıyorlar.

Ne edebiyatımız, ne felsefemiz bu tenkit seviyesine ulaşabilmiştir. Bunu he­nüz deniyoruz. Eski “methiye’ veya “hicviye”lerin safdilliğinden kurtularak fi­kir dünyasına ciddî tenkidi getireli pek az zaman oldu: Galiba ilk denemeyi Meşrutiyet yıllarında Baha Tevfik yaptı. Ölçüsüz batırma ve çıkarmalardan, bunların sübjektif ve çocukça bulanıklığından kurtulmak için daha pek çok ça­balara ihtiyacımız var! Bu kısırlık içinde Tanpınar’ın kitabı bize bugün de ümit verici bir ışık gibi geliyor. Eserin ikinci baskısı bibliyografyalı ve büyültülmüş olarak (614 sahife, 1958) çıkmıştı. Yazar burada son yüzyıl edebiyatımızı incele­mek için pek çok kitap karıştırmış. Hiç de alışkın olmadığı bir erudition dünya­sına girmiş. Bunu acaba hakikaten yapabilmiş mi? Bu noktayı, işin ustalığına kendilerini vermiş olanlara sormalı. Ben bu konuya kenardan bakmakla beraber, bazı eksiklerine rağmen, yapabilmiş diyorum. Ayrıca bu kitabın ele aldığı konu­nun ancak yarısı olduğunu (kapakta: Cilt 1 deniyor) unutmamalı. Bir yol açmış, onu tamamlamak yetiştirdiklerine düşüyor. Cevdet Paşa için söyledikleri, birin­den bahsederken mizacı ile nesri arasındaki münasebeti incelemesi çok alıştığı­mız klişe sözlerden kurtulmuş. Yalnız bu bile onun eserini tamamlayacak olana çizilmiş güzel bir plân olarak kalabilir. Şairden bahsederken, yazar bu araya kendi felsefî görüsünü, yahut şairce felsefe yapışını katıyor. Ama bu katış uka­lâlık hissi hiç vermiyor. Çünkü o, bahsettiklerinden sanki onlarla tartışıyormuş, onların zamanında yaşamış ve kendileriyle çekişmiş de şimdi bu çekişmeleri hatırlıyormuş gibi bahsediyor. Bu hal esere bir diyalog çeşnisi veriyor: Sahnede da­ima iki adam görüyorsunuz. Biri geçen asırda yaşamış bir şair veya romancı, öteki Hamdi Tanpınar’ın kendisi…

Fakat eserin en dikkate değer tarafı, bence, giriş kısmıdır. Burada Ahmet Hamdi yalnız son asır edebiyatımıza değil, bütün edebiyatımıza toptan bakıyor ve onun hakkında toptan hükümler veriyor. Şiirinde ve düşüncesinde Yahya Ke­mal’in büyük payı olan Tanpınar bu giriş kısmında edebiyatımız hakkında ver­diği hükümlerinde de onun tesiri altındadır. Fakat, hemen işaret edelim, bu te­sir Tanpınar’ın şahsî görüşü içinde erimiş, kendine mal olmuş, hattâ bazı nokta­larda ondan ayrılan yeni bir şekil almıştır. Yazarın bu konuda ileri sürdüğü fikir, yanılmıyorsam, şöyle özetlenebilir: Türk edebiyatının İslâm devri, bütün Ortaçağ devirleri gibi, bir İlâhî saltanat devridir. Bu cemiyet ehramının zirvesinde hükümdar değerler düzeninin mihrakıdır. Her şey ondan kuvvet alır ve onun gölgesidir. Şiirde sevgi hükümdar önündeki kulluğun aynıdır. Sevenden sevile­ne, kuldan hükümdara doğrudur. Sevilen yalnız lütfeder. Bu şiir dünyasında gerçek duygusu yoktur. Çünkü saray bütün cemiyeti yutmuştur; insan, hayat, yaşamamaktadır. İnsanın varlığı mutlak önündeki sıfır gibidir. Kadere bağlanma, kulluk, nihayet Allah’ın mutlak varlığı önünde dünyayı gölge saymadan ibaret adî hayat tecrübesini aşan bir tasavvuf tecrübesi vardır ki, bu da gerçek duygusunun yokluğu yüzünden insanın bulduğu bir firar (evasien) çaresidir. Bu dünyada zaman yaşanmıyor. Zıt kuvvetlerin çatışması ve trajik his yoktur. Kader önünde ezilme trajediyi siler. Şark, başlıca İslâm âlemi bir masal dünya­sıdır: “Binbir gece” den “Muhayyelât-ı Aziz Efendi”ye kadar bütün misaller, Tanpınar” a göre, bu dünyada gerçekten mahrum bir fantezi havasının hâkim olduğunu göstermiyor mu? Ben olsam kronolojik seyahatte biraz daha ileri gider ve Abdullah Efendi’nin Rüyaları’na kadar derdim.

Ahmet Hamdi’ye göre edebiyatımız Arap ve Fars edebiyatlarının tesiriyle yoğurulmuştur; onlar devirlerini tamamladıktan sonra bu kafileye katıldığı için geç kalmıştır, diyor. Fakat aynı şey Batı edebiyatı yoluna giren Türk şiiri ve ede­biyatı için de söylenemez mi? Örneklerimizi daima geriden, hattâ devrini kapa­mış olanlardan almıyor muyuz? Bu eğer büyük bir sakınca ise (Bu kelimeyi Hamdi şüphesiz kullanmazdı), o edebiyatımızın bütün çağlar içinde, bugün için de vardır. Tanpınar’a göre edebiyatımız kendi dilinin bünyesine uymayan bir vezni benimsemek için asırlarca bocalamış durmuştur. Örneklerini taklitte geç kalması da onu yormuş ve tecrübelerini adım adım tamamlamasına engel olmuştur. Şiirimiz “mısra” şiiridir: Bu, önceden hazırlanmış mücevherleri ve malzemeyi işleyen bir kuyumculuk sanatıdır. Şiir bizde bir coşturma sanatı de­ğil, yalnız “bilen”lerin takdir ettikleri bir maharet halini almıştır. Kelime oyunu, lâfız sanatı şiiri zaman zaman bilmece haline getirir. Saray asla cemiyeti yaşama­dığı için şiiri besleyemez. Bununla beraber halkın ve sokağın sesi Arap ve Fars kültürleri baskısıyla doğmuş bu yapma dilde bazan şairin kulağına kadar gelir: İşte öz şiiri ve feryadı, coşkunluğu yalnız o zaman buluruz. Minyatür nasıl renk ve gerçeklik bakımından fakir ise, halı desenleri nasıl stereotype tekrarlardan ibaretse, şiir de o havanın hükmü altındadır. Eski edebiyatımızda nesir yoktur. Çünkü nesir (yani tiyatro, roman, hikâye, hatırat ve fikir halinde bütün edebi­yat) cemiyetin ifadesidir. Sanatçı cemiyeti yaşamayınca nesir nasıl doğar? Vakıa Tanpınar tam bu kelimelerle söylemiyor, fakat galiba bunu demek istiyor. Tarih şuuru “kutsal tarihin ötesine geçemez. Başka medeniyetler ve ülkelerden efsa­ne gibi bahsedilir. Yunan şiiri ve trajedisi, lâtin nesri, antik dünyânın plastik sa­natları İslâm dünyasınca mutlak olarak bilinmemektedir. Kaderci dünya görüşü trajik duygunun gelişmesine en büyük engeldir. Bunun için trajedi, dram, roman, hikâye, biyografi, hâsılı bütün edebiyat doğamamıştır. Şiir ise hiç bir za­man manzumeye (poeme’e) yükselememiştir.

İşte Tanpınar’ın neşteri ile şerhedilen edebiyatımıza kuş bakışı. Bu tenkitler serttir, acıdır, fakat birçok doğru noktaları vardır. Doğruyu söylemeden asla çe­kinmemeli. Zaten, yazara göre, bütün bu “yok”ların mühim bir sebebi de tenkit yokluğudur. İşte bunun için onun kaleminden çıkan, kendi de dahil, Türk ede­biyatına ait tenkitleri toleransla karşılamalı ve bu derdin devasını aramalıdır. Bütün bu tenkitler ve teşhisler bizim neslin kulağına yabancı değil. Yahya Ke­mal’in sohbetine devam edenler onlardan çoğunu sık sık dinlemişlerdir. Zaten Hamdi Tanpınar da bazan onun admı zikretmiyor mu? Yalnız ayrıldıkları mü­him noktalar var. Ahmet Hamdi’ye göre bu kusurlardan birçoğu İslâmî dünya görüşünden geliyor. Yahya Kemal’e göre, tam tersine, İslâm ve tasavvuf mede­niyetimizin, milliyetimizin temel sütunlarından biridir. Ahmet Hamdi’ye göre aruz bize uygun değildir. Yahya Kemal’e göre biz aruzu çok iyi benimsedik, Arapça’dan ve Farsça’dan ayrı ona millî bir çeşni verdik. O, bunu yalnız iddia ile kalmıyor, eseriyle isbat ediyor.

Bana öyle geliyor ki, değerli şair ve romancının sezgiler ve buluşlarla dolu olan kitabı okuyucuya birçok düşünceler ilham ediyor. Fakat daima neticeler üzerinde duruyor ve sebeplere kadar giremiyor. Bu sanatçı sezgisi göz kamaştı­rıcı olsa da doğru değildir. Bunun için Batı cemiyeti ile Doğu cemiyetini karşı­laştırmalı idi. Bu, onu sosyolojik bir araştırmaya götürecekti. Orada bütün sez­gilerinin ilk düğümlerini bulabilecekti. Augustin var da, Gazali yok mu? Gazali hakkında hükmü pek dar ve netice olarak yanlıştır. Pascal’ı beğeniyoruz Kayna­ğı Gazali’dir. Bunu İspanyol bilgini Palacios Miguel Asin derin araştırmaları ve metin karşılaştırmaları ile gösterdi. Gazali de, Augustin de birçok noktalarda ay­nı şeyleri söylüyorlar. Tanpınar, Kelâmcılar serbest kalmamışlar, diyor. Dilleri koparılan bir kısım filozoflardır. Kelâmcılar son zamanlara kadar rahatça konuş­muşlardır. Batı’da tasavvuf (mysticisme) yok mu? Maître Ekhardt, Jacob Boehme, Newmann yok mu? Theosophe ve anthroposophe’lar bugün bile yetişiyor. Tarikat derseniz, o da öyle! Hıristiyanlıkta kader fikri yok mu? Leibniz Fatum Muhammetanum’dan bahsediyor ama, Calvin’de, Jansiniste’lerde, Bossuet’de Predestination fikri hâkim değil mi? “Aslî günah”, Adem’in cennetten tardı, in­sanın sorumluluğu halinde Kur’anda yok mu? Peri masallarının Batı folklorundaki yeri de küçümsenemez. Hıristiyanlığın ekamen de conscience’ma gelince Haris Muhasibi’nin adından başlayarak bütün eserleri bunun parlak şahididir. Hıristiyanlık 1000 yıl Bizans’ta donmuş bir medeniyet bıraktı. Şark kiliselerinin hali nedir? Afrika hıristiyanlığı ne seviyededir? Buna karşı Abbasî ve Endülüs devrinin kültür canlılığı, Selçuk devrinin fikir canlılığı ve toleransını görmemek için fazla miyop olmak lâzım! Bugünkü duruma, yani kültür çöküşünün netice­lerine bakıp sebepleri hakkında hüküm vermek doğru değildir.

Eski hayatımızdan niçin bir trajedi, daha doğrusu sahne eseri doğmamıştır diye sormak yerinde olur. Fakat bunun sebebini islâmlık – hıristiyanlık farkında bulman soruyu çözemez. Batı Ortaçağının “Martyre,” “Miracle” denen dinî ti­yatroları vardı. Onlara karşılık İran’da “Kerbelâ” sahneleri temsil edilirdi. Bizde “Orta oyunu” vardı. Neden bu sahneler yazılı bir dram ve komedi edebiyatının doğmasını sağlayamadı diye sorulabilir. Bunun sebebini dinde buluvermek güç­tür. Çünkü Batı’da da bu “Miracle ve “Martyr”ler yüzyıllarca tuluat olarak oy­nanmış, sonradan yazılmaya başlamıştır. Yunan medeniyetinden ilim ve felsefe­yi alırken plastik sanatları ve edebiyatı bırakmamız elbette bir eksiklikti. Fakat Batı’da da Yunan’a dönüş’ün ancak 15. yüzyıldan sonra gerçekleştiği, ilim ve fel­sefenin Sicilya ve Endülüs yolundan islâmlar eliyle ve arapçadan lâtinceye çevi­rilerle elde edildiği biliniyor.

Meşrutiyet yıllarında “din mâni-i terakkidir” diyenlerin tezleri de bu idi. Genel olarak bu sözün kültür tarihine aykırı olduğu meydandadır: Sosyoloji ve kültür tarihi gösteriyor ki bütün toplum kurumlan dinden doğmuş olduğu gibi güzel sanatlar, şiir ve edebiyatın ilk şekilleri de dinden doğmuştur. Bazı teokra­tik devlet şekillerinde rahip sınıflarının baskıları bu gerçeğin görülmesine mâni olmamalıdır. Özel olarak islâmlık ve hıristiyanlığın karşılaştırılması da yanlış olur. Abbasî devri, Türkistan kültürü, Anadolu Selçukluları zamanı ilim, felsefe ve sanatta büyük eserlerin yaratıldığı devirlerdi. Sanat ve fikirde toleransı gör­mek için 12’nci yüzyıl Anadolusuna, Mevlânâ, İbn-i Arabî ve Şahabeddin Sühreverdî’ye bakmak yeter. Buna karşı aynı yüzyıllarda Avrupa’da karanlık devri hâkimdi. İslâm medeniyetinin durması, Batı’nın parlamasının büsbütün başka sebepleri var ki bunları burada incelemeye yazımız elverişli değil.

Tanpınar’ın düşünceleri bazı eski makaleleri hatırlattı: Cenap Sahabettin[1] Sa­ray edebiyatının sübjektivism’i ile halk edebiyatının objektifliğini, fakir de olsa gerçeğe bağlılığını karşılaştırıyordu ve bence bu, büyük bir nisbette, haklı idi. Divan şiirinin kökü olan İran sanatının sübjektivism’i arap, türk ve mogol ida­resinde bu ülkenin kendi realitesini kaybederek bir nevi kendinden kaçma (evasion) içinde bulunmasından geliyordu. Türk sarayı ise, Tanpınar’ın dediği kadar gerçekten uzak değildi. Padişahların fermanları, mektupları bunu gösteriyor. Minyatürümüzü İran’dakinden ayıran başlıca vasıf realism’idir.[2] Halı desenleri tekrar değil stilleştirilmiş sanattır. Yazı dekorasyon değil abstre resimdir.[3] Şiire gelince, az da olsa, sırf mısracılık değil manzume bütünüdür: Bâkî’nin mersiye­sinde, Nev’î’nin bazı şiirlerinde, Yunus’ta, fakat başlıca Türk mimarlığında, Süleymaniye’de bu bütünlük güzelliğini görmemeye imkân var mı? Bunlar halı ve kuyumculuk değildir. Bu büyük sentezleri yapan sanat dehasının ölçü olarak alınması doğru olmaz mı? Masal dünyası ile insan iradesi ve kader arasındaki trajedinin karşılaştırılmasına gelince, bu Batı ile İslâm dünyaları arasında değil insanlıktaki mühim bir merhaleye ait olduğu için geniş ölçüde ele alınması ge­rekir.[4]

Bu işaretler Tanpınar’ın eserinin ne kadar düşündürücü olduğunu göste­riyor. Bizde ilk defa bir edebiyat tarihi bu kadar düşündürücü olmuştur.

(Yeni İnsan, sayı 66, Haziran 1968, s. 5-7)

[1] Şahabettin, “Türk edebiyatında sembolizm ve realizm” (Peyâm-ı Sabah, 1918).

[2] Suut Kemal Yetkin, Türk Minyatürü (1958-63’de Avrupa’da konferans olarak verilmiş ve yayınlan­mıştır).

[3] İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Türklerde Yazı Sanatı, 1958.

[4] H.Z. Ülken, Varlık ve Oluş, 1968, yayınlanmaktadır.