Christoph K. Neumann: Ben aslında Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün de tercümanı olmak isterdim. 1984 senesinde İzmir’de okurken, artık maalesef rahmetli olmuş Tunca Kortantamer, benim “En önemli çağdaş Türk romanı acaba hangisidir?” sualime Saatleri Ayarlama Enstitüsü diye cevap vermişti. Bu seksenli yıllarda edebiyat tarihçileri arasında nadir bir davranıştı, fakat zaten Tunca Bey’in özel bir yeri vardı. O zaman Tanpınar’ı ilk kez okumaya çalıştım, okudum. Zordu ama zevkliydi. Sonra bunu çevirmek isterim diye düşündüm hep ama olmadı, çeviremedim.
Almanya’da son yıllarda Bosch Vakfı’nın parasıyla, normalde piyasada pek şansı olmayacak ama çok önemli Türkçe kitaplar, Türkische Bibliothek, yani “Türkçe Kitaplığı” başlığı altında yirmi cilt halinde yayımlandı. Ehven fiyatla da satılıyor. Huzur da bunlardan birisi. Elimde gördüğünüz gibi, kitap biraz büyüdü; fakat bu kağıdın türüyle ilgili, benim çevirimin uzun cümleleriyle değil. Ne güzel, Huzur’u bana verdiler ve Huzur çıkar çıkmaz, hattâ daha yayına hazırlanırken Hanser Yayınevi ‑ki Almanya’nın en önemli edebî yayınevlerinden birisidir, Orhan Pamuk’u da onlar çıkarıyorlar. Onun gibi onlarca Nobel ödüllü yazarın kitaplarını da basan bir yayınevidir‑ Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü Orhan Pamuk’un şu ânki çevirmenine, yani Gerhard Meier’e verdi ve o da çevirdi. Bunun için, kitap Almanca’ya çevrildiği halde eğer ben Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü çevirme sevdasından vazgeçmezsem, demek ki Almanca’dan başka bir dili ana dilim kadar iyi öğrenmek zorunda kalacağım. Bu da olmayacak galiba.
Evet, aslında üç noktadan söz etmek istiyorum. Birincisi: Unuttuk veya unutmadık, ama zaten Tanpınar’ın unutulmasına daha 19952 sene var, lakin Huzur’u çevirdiğim 2005–2006 senesinde bile bu metin yaşını gösteriyordu. Bu bir çevirmen için her zaman büyük bir problem. Genellikle, hele hele metinler iyice eskimişse, bu problemi gözardı ediyoruz. Kimse gidip Shakespeare’i Shakespeare’in döneminin Almanca’sına, Fransızca’sına, İtalyanca’sına veya Osmanlıca’ya çevirmiyor. Bugünkü dile çeviriyor. Sırf zavallı İngilizler Shakespeare’i o artık pek anlamadıkları dilde dinlemek ve seyretmek zorundalar ve onların da ancak yeterince âlim olanları bunun zevkini çıkartabilirler. Tanpınar’ın metni de da yaşını gösteriyor ancak onun yaşı birkaç yüzyıllık değil altmış senelik. Huzur, altmış küsur senelik bir kitap. Huzur, tefrika halinde 1948’de, kitap olarak 1949’da çıktı. Çevirmenin problemi şu: Huzur’u tamamiyle bugünkü dile çevirirseniz hata yaparsınız; ancak dili fazla eskitmek de doğru olmaz. İşte bu konudaki ayarı tutturmak beni en fazla zorlayan hususlardan birisiydi. Bütün büyük Alman gazetelerinin kültür sayfalarında Huzur‘un Almanca yayınlanması dolayısıyla kitap eleştirileri çıktı. Bazen bu tür eleştirilerde çeviriye dair de bir iki cümlelik bir kayıt düşülür. Huzur’a dair tenkitlerde bahsettiğim sorun bir şekilde fark edildi. Bazı eleştirmenler bu ayarı tutturamadığımı düşünüp, dili fazla eskimiş bulurken, bazıları çeviriyi çok sevdiler. Bu, çevirmenin ve çevirinin bana göre en önemli problemlerinden birisidir.
Başka bir probleme de değineyim. Aslında Huzur’un metni elimizde yok. Çünkü var olan edisyonların hepsi eksik. En iyisi bir aralar piyasada olan Yapı Kredi Yayınları edisyonuydu, ki o da büyük bir itina gerektiren bir metin tesisine dayanmıyor. Şimdiye kadar basılan edisyonların hiçbirisi Tanpınar’ın yazmasına müstenit değildir. En düzgün metin, romanın tefrika olarak çıktığı ilk şekliyle kitap olarak çıktığı şekli arasındaki farkları notlarda göstererek yapılan Yapı Kredi edisyonudur, ama bu yetmiyor, gerçekten yetmiyor çünkü elimizdeki aslında bitirilmemiş bir metin gibime geliyor. Tanpınar galiba kendisi metin üzerinde son kontrolleri, son tashihleri yapmadı. Çok dikkatli bakarsanız romanın kapsadığı müddeti bile tayin edemezsiniz. Aslında bir senelik bir müddet gibi duruyor. Romanın hikâyesinin sonlandığı tarih tabiî ki belli. Son, İkinci Dünya Harbi’nin başladığı gün, 30 Eylül 1939’dur. Ancak Nuran bazen gayet kendi zamanında yani 1937 yılında yaşayan bir kadındır diye anlatılıyor. Yani romanın anlatım akışıyla anlatılan arasında bariz bir tezat var. Bu tür tutarsızlıklar hiç az değil. Zaten o zamanlar editör diye bir şey de yoktu Türk edebiyatında.
Peki, ben arkadaşların kullanmadığı dakikalardan biraz çalacağım galiba.
Evet, romanın önemli bir yerinde, Mümtaz’ın aklından geçip geçmediği veya anlatıcının kendisinin anlatıp anlatmadığı çok belli olmayan bir pasaj var. Mümtaz ne düşünüyor, anlatıcı ne yapıyor, bunlar romanda karışıyor. Bu bakımdan Huzur pek gri, bulanık bir anlatıdır. İşte bu önemli pasajı size okumak istiyorum. Sizce burada ne anlatılıyor, ne kastediliyor?
“İnsanlığın talihi aklıyla zaman dışına fırladığı, aşkın nizamına karşı koyduğu, geniş istihalenin ortasında bir istikrar istediği için, kendiliğinden teşekkül etmiş bir şeydi. İnsanlığın hakiki talihi buydu. Küçük bir idare lambasının, yalnız gölge ve karanlığı görmeye mahsus, onlardan kendisine bir zindan yapabilecek kudrette bir cihazın esiri olması, bu küçük Homunculos’un peşine takılıp koşmasıydı. Fakat asıl Homunculos bir aksülamelden doğmuştu. Onun için daha anlayışlıydı. Kendisini yaratan tecrübe ona bütün pişmanlıklarını, etrafındaki imkânsızların şuurunu da geçirmişti. Onun için Galathe’nin arabasının tekerleklerini çarpıp küçük şişesini kırmayı, geniş ve şekilsiz eterde kaybolmayı biliyordu. Fakat bu küçük idare kandilinde bu cesaret yoktu. Kendi kendine bir masal uydurmuştu, ona inanıyor, hayatın efendisi olmak istiyordu. Onun için ölümün sofrası oluyordu. Büyük nehirden ayrıldıktan sonra, ilk rastgeldiği çukuru dolduran bir su gibiydi. Orada her türlü arızanın, başta kendisi olmak arzusunun kurbanı olacaktı. İnsanoğlunun ıstırabı kadar tabii ne vardı? Şuurla var olmayı, gerçekten var olmayı ödüyordu. Fakat insanoğlu bununla kalmıyor, bu büyük değişmez zaruretin yanında kendi de yeni baştan talihler icat ediyordu. Yaşıyorum diye başka ölümler yaratıyordu. Hakikatte bunlar hep o varlık vehminin çocuklarıydı. Çünkü hakiki ölüm ıstırap değildi, kurtuluştu; hepsini hepsini bırakıyorum, sonsuzluğa karışıyorum.”[1]
Böyle devam ediyor, ama söylemek istediğim şey sanırım buraya kadarki kısımda belli oluyor: Tanpınar yazdıktan sonra bunu bir editöre gösterseydi veya iyi bir arkadaşa gösterseydi herhalde bu paragraf değişirdi. Ama değişmemiş. Şimdi, bunu nasıl çevireceksin? Bunu Mümtaz’ın bir akıl karışıklığı olarak çevirmek herhalde mümkün, ki kastedilen belki bu değildi, hattâ çok büyük bir ihtimalde değildi. Ancak burada söylenen şeyler, bütün bu karşılaştırmalar, metinde daha önce geçmediği için, şimdi bunu bağlamsız bir şekilde dinlemiş olan sizler gibi romanın okuru için de sürpriz olur. Üstelik pasaj önemli bir pasaj, bu yüzden onu bir akıl karışıklığı olarak çevirmek de doğru değil. Yani çevirmen burada bitmemiş ve kusurlarla dolu bir metinle uğraşıyor.
Kusurları tamir etmeye, bununla uğraşmaya kalkışırsanız, mesela gidersiniz farklı farklı edisyonlara bakarsınız ve çok güzel şeylerle karşı karşıya gelirsiniz. Öyle hatâlar var ki! Hattâ bu tür hatâlar bazen bir edisyondan diğer bir edisyona geçiyor. Romanda mesela Yahya Kemal’in bir mısraı var: “Duydumsa da zevk almadım İslâv kederinden”. Gayet güzel bir mısra, fakat İslav kelimesi yerine İslam kelimesinin geçtiği edisyonlar var mesela. “Duydumsa da zevk almadım İslam kederinden.” Korkunç bir mânâ kayması oluyor burada. İşte çeviri üzerinde çalışırken bu gibi sorunlarla uğraştım.
Üçüncü ve son noktaya geleyim. Huzur’u çevirirken, 2005 ve özellikle 2006 senelerinde İstanbul’da, Ortaköy’de, yani Boğaz’da oturuyordum. Mümtaz gibi tarihçiyim ben de aslında. Bir de bayağı âşıktım. Yani birçok bakımdan Mümtaz’ınkine benzeyen bir durumdaydım; belki ona göre yaşım hafifçe geçkindi, daha ziyade Tanpınar’ın yazarkenki yaşına benziyordu ama aslında Mümtaz’ınkine epey benzeyen bir durumdaydım. Eminim ki çevirirken bütün bu koşutlukların metne ayrıca bir katkısı olmuştur.
O zamanlar tabiî ki çevirimi birkaç kez okudum, tashihler falan da vardı, fakat son iki sene içinde hiç bakmamıştım. Şimdi bu panele hazırlanırken yeniden baktım. Almanya’da oturuyorum artık ve, evet, aşk devam ediyor ama diğer veçhelerle vaziyet biraz farklılaştı. Bu defa bakarken farkettim ki, evet, bir dereceye kadar Tanpınar diye Alman veya Almanya’dan değilse bile Almanca yazmış birisi var sanki kitapta. Metinde bir şekilde Alman edebiyatında önemli olan bazı konular kendiliğinden öne çıkıyor. Bu da bence iyi bir şey, çünkü Tanpınar’ı çok egzotize ederek çevirmek de mümkün ve bana kalırsa en yanlış olan da öylesi olur.
Deminki konuşmasında Handan (İnci) Hanım egzistansiyalizmden söz etti ve çok önemli bir şeye değinmiş oldu. Egzistansiyalizm bu yıllarda Türkiye’de Tanpınar için ne kadar elle tutulur bir şeydi? Egzistansiyalizme uyan fikirleri Tanpınar nereden aldı? Bence o tutumu Nietzsche’den aldı. Bence Nietzsche Tanpınar için son derece önemlidir. Onu doğrudan mı okudu yoksa dolaylı mı okudu, bu çok mühim değil. Fakat şu var ki, Tanpınar’da her zaman önemli bir konu olan ‘kayıp’ konusunu Nietzsche’den almıştır. Yani modernizmin bir şartı olarak kayıp, Türklüğün de bir şartı olarak kayıp, çünkü Osmanlı İmparatorluğu’yla bütün doğu kültürü kaybolmuştur ve nihayet aşkın da bir şartı olarak kayıp. Bu romanı Alman edebiyatına çok iyi sokan şey de kayıp konusudur. Üstelik –ve burada Nietzsche yine önemlidir– tanrının varlığı da kayıptır. Tanpınar, çok büyük ölçüde Huzur’da tanrının kayıp olduğunu anlatır ve tartışır. Bu da tam o zamanın Alman edebiyatına uygun düşer, çünkü paralel tartışmaları bir şekilde çok farklı yazarlarda bulursunuz: Stefan Zweig’da da, Thomas Mann’da da, hele hele sosyalist yazarlarda bulduğunuzu Tanpınar’da da bulursunuz: ‘kaybı’ bulursunuz. Dakikalar da bu arada kayboldu gitti. Teşekkür ederim.
[1] A. H. Tanpınar, Huzur, Yapı Kredi Yayınları, 2000, 28.
Panel: Dünya’nın Tanpınar’ı, Uluslararası Ahmet Hamdi Tanpınar Sempozyumu-Türkiye’de ve Dünyada Tanpınar Zamanı,
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Ünivesitesi, Sedad Hakkı Eldem Oditoryumu, 1-2 Kasım 2010.