HUZUR
Cevdet Perin
Öyle romanlar vardır ki, üzerimizdeki tesirleri kolay kolay kaybolmaz. Bu kitaplar bize kendimizden bahseden, ifade edemediğimiz nice duygu ve düşünceleri mükemmel bir üslûpla ifade eden eserlerdir. Tanpınar’ın Huzur‘u işte bunlardan biridir.
Huzur, günlük hadiselerin arkasındaki derin mânâları meydana çıkaran, eşyayı dile getiren, kaderin saadetle felâket arasında ezelî raks edişini tevekkülle seyreden bir muharririn hayata bakışıdır. Mevzu: Bir adamın yirmi dört saatlik bir zamana üç yüz seksen sayfalık bir roman sığar mı? demeyiniz. Bazen bir günde, hatta bir saatte insan bütün bir mâziyi, bütün bir ömrü yaşar. Marcel Proust’un Bergson’un zaman mefhumundan ilham alarak, bitmek tükenmek bilmeyen o nefis tedailer silsilesiyle yazdığı on dört cildi okuyanlar – Abdülhak Şinasi Hisar’ın eserlerinde olduğu gibi – Huzur’da da bu tekniğin yeni, fakat daha başka bir örneğini bulacaklardır. “İnsanoğlu, zamanın bu mahpusu, onun dışına fırlamaya çalışan bir bîçare idi. Onun içinde kaybolacağı, geniş ve biteviye akan nehrinde her şeyle beraber akacağı yerde, onu dışardan seyre çalışıyordu… Zamanın nehrinde her şeyle beraber akmak! Ne mutlu buna muvaffak olanlara.”
Roman dört bölümden ibaret. Her bölüm mühim şahıslardan birinin adını taşıyor: İhsan, Nuran, Suat ve Mümtaz. Fakat, hikâyenin mihveri Mümtaz’dır, O kâh aktördür, kâh bir seyirci. Tıpkı Stendhal’in içinden konuşan kahramanları gibi, İstanbul’un pitoresk semtlerinde dolaşırken, kafasında, ruhunda, kalbinde yıllan aşan hadiseler tekrar cereyan eder, düşünceler doğar ve kaybolur ve biz de onunla beraber bütün bunları yaşarız.
Şu hâlde Huzur’a psikolojik bir roman diyebilir miyiz? Kısmen, çünkü bu kitapta, umumiyetle psikolojik romanlarda rastlanmayacak kadar realist şöyle pasajlar da var: “Hastanın göğsü, fena işleyen bir körük gibi inip çıkıyor, kurtarıcı, devam ettirici nefesi bir türlü yetecek miktarda bulamıyor, ağız, yutarcasına bir iştiha ile aldığını, belirsiz bir hareketle, delik bir lastiğin havasını bırakması gibi, hiç fark ettirmeden boşanıyor, yutma ne kadar çabuk oluyorsa ve ne kadar göze görünüyorsa, kusma da o kadar belirsiz oluyordu…”
Fakat romanın en kuvvetli taraflarından biri lirizmidir. Bir şairin kaleminden çıkan bir romanda bu kusurun mühim bir yer işgal etmesi kadar tabii bir şey olamaz; “Akşam oldu mu pencerenin yanına otururdu. Kaç gündür sokakta küçük bir çocuk peyda olmuştu. Her akşam elinde boş bir şişe veya başka bir şey evlerinin önünden türkü söyleyerek geçerdi. Mümtaz, daha sokağın başındayken onun sesini tanırdı:
Akşam oldu yakamadım gazımı
Kadir Mevlâm böyle yazmış yazımı
Doya doya sevemedim kuzumu.
Ben ölürsem yavrum seni döverler”
“Mümtaz’ın, annesinin her başını kaldırdıkça üstüne dikilmiş bakışlarında bu türkünün güftesine benzer mânâ bulunduğunu zannederek sızlardı. Bununla beraber onu sevmekten vazgeçemezdi. Gerçi sesi güzel ve gürdü. Fakat benden küçük, onun için tam nağmenin başında ağlayışa benzeyen garip dalışları olurdu…”
İkinci Cihan Harbi’nin patladığı meşum günde, evde ölüm halinde bıraktığı ağabeysini, vaktiyle çocuğunu otomobili çiğnediği için hasta yatağında akıl muvazenesini kaybeden iyi kalpli, dertli yengesini, yeğenlerini, iki ay önce kendisini bırakıp vefasız kocasına dönen Nuran’a olan temiz aşkını düşünerek perişan bir halde İstanbul sokaklarında dolaşırken, bir taraftan Mahur Beste ile kendinden geçen, diğer taraftan Baudelaire’in mısralarını mırıldanan, Şark ve Garp kültürünü harikulade bir şekilde mezceden iki cepheli genç adam kim? Mümtaz. Hayır, sadece Mümtaz değil, varlığında kendisini bulan Türk münevveri, Mümtaz yeni duygular, düşünceler ve problemlerle yarım saat sonra Türk edebiyatına dönen Mai ve Siyah’ın Ahmet Cemil’i olmuş. Fakat, bu yeni Ahmet Cemil bakalım bu defa kendi benliğini aşabilecek mi? Zira bize öyle geliyor huzura kavuşmak isteyen Mümtaz’ın çilesi henüz dolmamıştır. Romanın bir yerinde Gide’i “zavallı” diye müdafaa eden Tanpınar’ın Dünya Nimetleri‘nin bazı pasajlarını hatırlayarak yarattığı bu “Yeni Adam”a tam bir hürriyet vermesi, onu düşünceler ve duygular âleminde olduğu gibi, insiyaklar ve arzular âleminde dolaştırması lâzımdı. O zaman Mümtaz daha beşerî olur ve romanı hayal diyarından hakikat sahasına doğru biraz daha sürüklerdi.
(Yeni İstanbul, 16 Ocak 1950)