AHMET HAMDİ TANPINAR’IN 19. ASIR TÜRK EDEBİYATI TARİH

H. Vehbi Eralp

Hamdi Tanpınar’ın uzun zamandan beri üzerinde çalıştığını bildiğimiz Tanzimat’tan Bu Yana Türk Edebiyatı Tarihi‘nin birinci cildi çıkmış bulunuyor. 470 sahifeyi tutan eser, 19. asırdan başlayarak Abdülhak Hâmid’in sonuna kadar gelmektedir. Kitabının sonunda müellif, bunu ikinci bir cildin takip edeceğini haber veriyor; Tanpınar’ın nesrini tatmış olan ve şaşmaz zevkini bilenler için bu haber aynı zamanda bir müjdedir.

Müellif bu esere vaktiyle İstanbul Edebiyat Fakültesi’nde verdiği derslerle hazırlanmış olsa gerektir; fakat bu sayfalarda yalnız mevzuunu yakından ve içten kavramış bir edebiyat tarihçisi ile karşılaşmış olmuyoruz; bu yazılarda eski edebiyatımızı olduğu gibi garp edebiyatını da özünde tanıyan, bundan başka şiir ve nesirle bizzat uğraşmış ve bunun çeşitli meseleleri üzerinde düşünmüş bir sanatkârın tecrübelerinin neticeleri de vardır. Bütün bunlara halis bir nesrin, kısa bir cümlede bazen bütün bir devrin, bir şahsiyetin karakterini belirtmesini bilen bir kalemin kattıklarını da ilâve ediniz.

Bana kalırsa Tanpınar’ı “bir intikal devri” dediği 19. asır edebiyatını tetkike sürükleyen, yalnız bir meslek mecburiyeti olmamıştır; bunun daha derin sebepleri vardır. Bu devirden başlayarak hayatımıza giren ve bugün bile tamamıyla çözülmemiş olan “ikilik “, onun üzerinde uzun uzadıya düşündüğü meselelerden biridir. Nitekim nesrimizin en güzel örneklerinden biri diye saymakta tereddüt etmediğim Beş Şehir’inde onun yer yer bu noktaya döndüğünü, hattâ kitabın sonlarında bu bahsin üzerinde ısrarla durduğunu görüyoruz. Bu itibarla eserle müellifi arasında Frenklerin “affinitè èlective” dedikleri bir çeşit içten bağlılığın bulunduğuna hükmetmek yanlış olmasa gerektir.

Tanpınar’a göre 19. asır Türk tarihinin en mühim hâdisesi bir medeniyet dairesinden öbürüne geçmektir; bu bakımdan bu intikal devrinin sanatı tetkik edilirken umumiyetle yapıldığı gibi o sanatın içinde kalmak imkânsızdır; önce cemiyet içindeki değişiklikleri kaydetmekle işe başlamak lâzımdır. Nitekim dilimizde ecnebi nevilerin ilk defa göründüğü 1859 senesinin tarihini anlamak için 1839 veya 1826 senelerine kadar çıkmak lâzımdır.

Diyebiliriz ki ilk sayfalarda çizilen bu programı eser gerçekleştirmeye muvaffak olmuştur; bu devrin edebiyatını aydınlatmaya yarayacak siyasî ve İçtimaî hâdiselerden hemen hemen hiçbiri ihmal edilmemiştir. Tanpınar bunu bir taraftan kitaba koyduğu “Garplılaşma hareketine umumî bir bakış”, “19. asırda garplılaşma hareketi” gibi ayrı bahislerle, bir taraftan da sırası düştükçe verdiği tamamlayıcı malûmatla sağlamaya çalışmış bulunuyor. Türkiye’nin garp medeniyet dairesine geçmeye çalıştığını anlatan bahisler bu işin ne şekilde başarılmak istendiğini, neden eksik kaldığını, hayatımıza nasıl bir ikilik soktuğunu göstermektedir.

Tanpınar, yine bu devirdeki iktisadî çöküşümüz ve bunun mühim tesirleri üzerinde haklı olarak duruyor, “1876’dan sonraki Abdülhamit mutlakıyeti ancak iktisadî istiklâli tamamiyle ezilmiş bir hükümet merkezinde kabil olabilirdi” diyor.

Eserde, müellifin bu devri ne kadar yakından kavramak istediğini gösteren işaretler pek çoktur; meselâ sayfa 196’da, halk karşısında ecnebi dille oynanan ilk piyesle Türkçe temsil arasında 32 yıllık bir zaman olduğunu söyleyerek, Tanzimat’taki enerji ve zaman israfına bir kere daha dikkati çekiyor.

Asıl edebiyata ait olan bahislerde de aynı titizliği ve dikkati görüyoruz; Tanpınar anlatmak istediği muharririn eseri içine girmesini biliyor, üslubunu, bütün hususiyetleriyle, en ince noktalarına kadar belirtiyor; Şinasi ve Namık Kemal’in üsluplarını karşılaştırırken, her ikisinden aldığı parçalarının mukayesesi (s. 359- 360) bu hususta ne kadar itina gösterdiğine bir misaldir; değişme devrimizi anlatan bu eserinde, müellifin en küçük teferruat üzerinde büyük bir dikkatle durmuş olduğu, hele bu devir için o kadar mühim olan başlangıç noktalarını meydana koymaya çalıştığı görülüyor; Namık Kemal’in İntibah‘ındaki yatak odası tasvirinin, “Türk nesrinde Ahmet Mithat Efendi’nin o esnada gelişmiş san’ata rağmen ilk ciddi deneme” (s. 342) olduğunu söylemesi, bu gayretin bir başka misalidir.

Tanpınar kitabında kendini peşin hükümlerden mümkün olduğu kadar kurtarmaya çalışmış, devirleri, muharrirleri, eserleri içinden anlattıktan sonra bunlara dışarıdan bakmasını bilmiş, çeşitli tesirler üzerinde durmuş, mukayeselerle mevzuunu her cepheden aydınlatmak istemiştir. Bu devrin edebiyatını eski edebiyatımızla karşılaştırırken, eski edebiyatımızı anlamak için minyatürü göz önünde bulundurmak lâzım geldiğini, 19. asır edebiyatının tabiata açılmaya çalıştığını, fakat henüz gerçek resme geçemediğini, kartpostalda kaldığını söyler, intikal devrinin kontrolsüz zevki üzerinde durur; hele şu cümlesi, bu iki edebiyat arasındaki farkı ne güzel belirtir: “Her edebiyat çıplak kelimenin tadına vardıkça büyük ve güzeldir. Halbuki kelime tek başına değildir; bir zevkin ve ayarın emrinde olması lâzımdır. Eskiler bütün hatalarına rağmen bu dil ayarını bulmuşlardı. Yeni edebiyat bunu henüz bulamamıştır.” (s. 369). Bunun gibi, 19. Asrın ilk yansındaki şairlerden, bir Vâsıf’tan, bir İzzet Molla’dan bahsederken, bunların eski taraflarıyla yeni yaşayışın getirdiği hususiyetlerini anlatır, eskilere bağlandıkları noktaları gösterir.

Kitabın en çekici taraflarından biri de uzun tahlillerden sonra, bazen bu tahlillerin arasında, kısa fakat bir anda bütün bir manzarayı aydınlatan şimşek gibi bir cümle ile bir şahsiyetin özünü vermesi, bütün bir portreyi çizmesidir; Ziya Paşa’dan bahsederken: “Yorgun bir katar gibi mısralar birbirini düşünce benzeri yüklerle sadece takip ederler”, “Şinasi çok güç hareket eden, bulduğu başlangıç noktalarını olduğu yerde derinleştirmeye çalışan adamdı. Namık Kemal ise dolu dizgin harekettir” (s. 257); “Ekrem, zayıf bir istidat ile yeni bir dilin ve ananenin içinde iğne ile kuyu kazar gibi arar” (s. 367), “Ekrem Bey küçük realist müşahedelerinin ve yarım kalacak tahlil tecrübelerinin adamıydı” (s. 369) cümleleri, bu şimşek gibi cümlelerden bir kaçıdır. Bunun gibi Şinasi’nin nesirde bilhassa şiirdeki yeniliğini, Reşit Paşa için yazdığı kasidelerin eski kasidelerden farkını, Abdülhak Hâmid’in san’atını ve Makber’ini, tiyatrolarındaki bolluk görünüşü altındaki gerçek fakirliği anlamak için, Tanpınar’ın bu muharrirlere ve eserlere ayırdığı sayfaları okumak lâzımdır, bu sayfaları, realite gibi, nüanslarla doludur.

Müellifin verdiği hükümlerde ve bilgilerde yanıldığı noktalar olabilir. Fakat unutmamalıdır ki Tanpınar beş yüz sayfaya yaklaşan eserini, henüz her tarafı aydınlatılmış olmaktan çok uzak bir devir üzerine yazmış bulunuyor. Kendisi de birçok yerlerde lüzumlu bazı monografilerin henüz yapılmamış, bazı teferruatın tespit edilmemiş olduğuna işaret etmekten geri kalmıyor. İleride teferruata ait noktalar aydınlandıkça, monografiler çoğaldıkça elbette ki 19. asrın Türk edebiyatı hakkında daha kusursuz eserler yazılacaktır. Fakat Tanpınar’ın kitabı, gerek görüşlerindeki hususiyetle gerek üslûbundaki mükemmellikle, değerli bir örnek olarak kalmakta devam edecektir. Yazımızı bitirirken eserin ikinci cildini olduğu gibi, Tanpınar’ın İstanbul Edebiyat Fakültesi’ndeki eski yerine dönmesini sabırsızlıkla beklediğimizi söyleyelim.

(Yeni Sabah, 22 Haziran 1949)